Ana Sayfa 1998-2012 DÜNDEN SESLER: Merhum Tahsin Banguoğlu ile

DÜNDEN SESLER: Merhum Tahsin Banguoğlu ile

Merhum Tahsin Banguoğlu ile vefatından önce yapılmış bir sohbeti yayınlıyoruz.

- Reklam -

“Hümanizm, komünistler gibi ihtilâlci değildi, ama en az onlar kadar yıkıcı oldu”

Bu sayımızda sunduğumuz sohbet, merhum Tahsin BANGUOĞLU ile, vefatından iki ay önce yapılmıştır. Son zamanlarda, merhum, konuşmalarımızı banda almam için beni teşvik eder olmuştu. Bunun geleceğe mesaj bırakmak için geçerli bir yol olacağını düşünüyordu herhâlde. Onun bu isteğine mümkün mertebe uymağa çalıştım. Bu sohbeti kaydettikten sonra yazıya geçirip kendisine verdim. Bana “Biraz dağınık olmuş. En iyisi, bunu saklayın. İlerde belki neşredersiniz. Üzerinde durduğunuz konuda yeni bir sohbet yapalım” dedi. 13. sayımızda yayınladığımız mülâkat o şekilde meydana geldi. Şimdi, Banguoğlu merhumun arzusuna da uyarak, (bazı kısımları mükerrer de olsa) ilk sohbetimizi aynen yayınlıyoruz. Zaman zaman değişik konulara saptığımız görülecektir. Bu da, sohbet tarzının bir gereğidir diye düşünüyorum. (A.D.)

A. DELİORMAN- Hocam, bugünkü sohbetimizi, müsaade ederseniz banda kaydedelim. Sonra yazıya çeker, size takdim ederim. Rahatça konuşabilmeniz için, konumuzu pek daraltmayalım isterseniz. Ama, önce şu Anadolu kültürü veya Anadolu milleti denilen gariplik üzerinde biraz izahat verir misiniz lütfen? Siz, o zamanlar bunlara yakın bir çevredeydiniz sanırım.

BANGUOĞLU- Ben, o yıllarda hâdiselerin içindeydim. Bu nazariyelerin çıkışını yakından takip ettim. Millî Mücadele’den sonra, arzulanan o kadar coşkun, hareketli bir biçimde milliyetçilik duygusu, o kadar kuvvetli İslâmî bir iman içinde, millet halinde öyle bir nihâî zafer kazandıktan sonra, milliyetçilik fikrinin bir de şuurlu, fikir cepheleriyle, fikir unsurlarıyla yerleşmesi idi. Maalesef öyle olmadı. Bir devirde, diyebilirim ki, adeta bir zafer sarhoşluğu içerisinde, aşırı modernizm, kontrolsüz bir modernizm ve kayıtsız-şartsız bir Batılılaşma devri getirildi. Bu hızlı gidiş, aydın gençliği ve yeni yetişenleri daha çok materyalizme doğru, hattâ diyebilirim ki, daha çok acizme doğru sürükledi. Bununla beraber, Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya koyduğu bir fikriyat ve ondan doğan bir resmî ideoloji vardı ki, o rejim içerisinde münakaşa edilemezdi. İsmet Paşa cumhurbaşkanı olduğunda, bütün gayreti ile o büyük şöhrete dayanarak iktidarda kalmak yolundaydı. Ama uzun sürmüş bir kapalı devirden sonra, o zamanda bazı yeni fikir hareketleri de olabileceği düşünülüyordu. Bu hareketi etrafımızda gördük. O zamanın aydınları o rejim içerisinde, İsmet Paşa’nın eğilimleri doğrultusunda, öyle fikirlere doğru gittiler. Bundan önceki görüşmemizde size anlatmıştım zannediyorum. İsmet Paşa, taşıdığı bir ırk kompleksi içerisinde ve zaten şahsî fikriyatı ile solda olan bir insandı. Ölümüne kadar Mustafa Kemal Paşa ile geçindi ama, ikisi aynı fikirde adamlar, hattâ aynı karakterde adamlar değildi. Dyebilirim ki, İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa için kullanışlı bir yardımcı idi. Bu münasebet uzun yıllar devam etti. Ama, son yıllarında hissedildi ki, artık onunla beraber olamıyor.

İsmet Paşa’nın sol eğilimi son yıllarda açıklanmış bir eğilimdi. Bir “Kadrocular” hâdisesini bilirsiniz. Bu bahsi biraz inceleyin. Göreceksiniz ki, memleketteki sola açık fikir hareketlerinin başlangıcı olmuştur. İsmet Paşa’nın temayüllerini öğrenen solcu bazı aydınlar, daha o zamandan onun etrafında toplanmışlardı. O Cumhurbaşkanı olduktan sonra da bu hareketi açığa vurdular. Bunlardan bir takımı, sonradan revaç bulan solcu hareketlerin ağabeyleridir: Şevket Süreyya, Vedat Nedim ve hattâ onlardan önce komünizme kaymış olan diğer bazı şahıslar. Bunlar bu fikrî hareketi yavaş yavaş yazıya döktüler ve yaymaya giriştiler.

- Reklam -

On beş sene kadar süren kapalı rejim, gençlerde bir takım alışkanlıklar yapmıştı. Biliyorsunuz, o devirde dil nazariyeleri, tarih nazariyeleri ortaya atıldı. Diyebilirim ki, sanki bu bir adet olmuştu. Takdir edersiniz ki, bir nazariyenin ortaya çıkması, ciddi ve ilmî esaslara dayanır. İlimde metodoloji diye bir şey vardır: İlmî tefekkürün yollarını gösterir. Eğer o yollardan gidilirse, bir takım nazariyelere, hiç değilse kısmen gerçekleşecek nazariyelere ulaşılabilir. Eğer faraziyelerden hareket ederek nazariye kurmaya kalkarsak, bu, tabiî bir fiyasko olur. Ama,o zamanın gençleri de belki bu cereyana uymuşlar ki, nazariyelere doğru gittiler. Bu solcu hareketin bir kısmı teşvik görmüştü, açık bir hareket haline gelmişti. O zaman İsmet Paşa’nın yakını olan Hasan-Âli Bey onun nabzını iyi tutuyordu. Ve onun nabzına göre adam getiriyordu yanına.

İsmet Paşa’nın yanına götürülen solcu veya hümanist bu gençlerin telkinleriyle böylece bir tercüme devri açıldı. Ülkemizde büyük çoğunluğu Batı’dan gelen tercümeler yapıldı. Doğu ile köprüleri atmak, gemiler i yakmak fikrinde idiler. Ama, biz bin yıldan beri ortak Doğu medeniyetinin bir milletiyiz ve pek çok mânevi bahislerde Batının Hıristiyan kültürüne faik vasıflarımız ve eserlerimiz vardır. Onlar yeniden ele alınacaktır.

Bir taraftan solcular, bir taraftan yine aynı akımın, yani materyalizm ve ateizmin getirdiği yoldan gelen başka türlü bir akımın revaç bulduğunu gördük; Hümanizm. Bu hareketin başında da, daha az ihtilâlci insanlar görülüyordu. Ama, onlar da aynı derecede yıkıcı idiler. Bu noktada size o devirde meydana gelen bir psikolojiden de bahsetmeliyim. Türkiye Cumhuriyeti, bir unsurlar imparatorluğunun vârisi idi. Eski Anadolu, hadiseler sonunda yabancı unsurlardan bir hayli temizlenmişse de, Balkanlardan e Kafkasya’dan, sonradan Müslüman olmuş bazı unsurlar da Türkiye’ye, toplu değil ama, parça parça gelmişlerdi. Bunlar açıkgöz adamlardı. Devlet idaresinde de yer buldular. Saray huzurunda âdeta imtiyazlı bile oldular: Çerkesler gibi, Arnavutlar gibi. Bunlar gelmişler, birkaç nesil içerisinde, bizim anladığımız mânada Türkleşmişler ama hâlâ içlerinde bir Türk asıllı olmamak kompleksi yatıyordu. Hususiyle aydınlar arasında. Bir yandan da o fikir hareketlerini, böyle bir kompleks yürütüyordu. Nadirdi, ama kendisini artık Türk hissetmeyen adam – bizim milliyetçiliğimiz mâlum: Atatürk “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyor, bir kültür milliyetçiliği istiyor, ama bunu diyemeyen adam, bir nevi bu sabit fikrin ıstırabı içinde kaldı. Ona göre artık Türk olma da, ne olursan ol gibi bir dalâlet yolu açılmış oldu.

Bizim o zaman kendilerini Türk aslından hissetmeyenlerle konuşmalarımız oldu. Bunlar son zamanlarda da, bilhassa demokrasi devrinde ortaya çıktı. Genç çocuk geliyor:

– Efendim, biz Arnavutmuşuz, diyor.

- Reklam -

– Oğlum, sen Arnavutça biliyor musun?

– Hayır efendim, bilmem.

– Baban biliyor muydu?

– Hayır efendim, o da bilmezdi ama, bizim ecdadımız oralardan gelmiş.

Meselâ Kafkasya’dan gelen “aile halinde: kitle halinde değil) Çerkesler, Gürcüler, Abazalar… bunların çoğu birkaç kuşak içerisinde dillerini de unutmuşlar, Türkleşmişlerdir. Fakat aydın geçinen bazılarında öyle bir hâtıra var. Bu çocuğa derseniz ki: “Oğlum sen niçin Arnavutsun, nerden Arnavutsun? Sen Arnavutça bilmiyorsun, baban da bilmiyordu. Deden biliyor muydu? Onu da sen bilmiyorsun. Vazgeç bu fikirden. Bizim milliyetçiliğimiz kültür milliyetçiliğidir. Sen gelmiş, bu cemiyete mâlolmuşsun.” O gençlerde intibah gördük. Ama, bu kompleksi sıkı sıkıya taşıyanlar öyle değildiler. Biz onlara o zamandan beri soysuzlar diyoruz. Bu insanlar, velev ki başka ırktan gelmiş olsun, elbette bir soyun çocuğudurlar. Kültürü olsun, milletleri olsun, soysuz değildirler. Bunlar gelmiş, bizim cemiyetimiz içinde soysuzlaşmış birtakım soysuzlardır. Mutlu değildirler. Nâmurad olurlar. Olacaklardır. Elbette bu geçici heves de kaybolacaktır.

A. DELİORMAN- Geçici bir heves, diyorsunuz Hocam, Ama, şöyle böyle yarım asırdan bu yana, bahsettiğiniz iddialar sürüp geliyor. Pek de o kadar yeni değil. Gerçi zaman zaman gürültüsü azalıp kesiliyor, ama zaman zaman da, işte şimdiki gibi, en yetkili kimselerin kalemine dahi dolanıyor. Tabiî, bunun bir başlangıcı var. Onu lûtfedecektiniz.

BANGUOĞLU- Evet, işte o zaman bunlardan bazıları, bizim çevremizde de çoğaldılar. Benim bulunduğum Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde bir yandan bir komünist kanat, isimleriyle Pertev Boratav, Behice Boran, Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes ve hanımı, bizim gözlerimizin önünde, derslerinde kapalı, odalarında açık şekilde komünist propaganda yapıyorlardı. Bir kısmı da, hümanist geçiniyorlardı. Bunlar Enver Ziya Karal (tarihçi), arkeolog Ekrem Akurgal… Hülâsa, biz birdenbire bunların yeni nazariyeleri ile karşı karşıya kaldık. Açık komünistler daha makul görünüyorlardı. Çünkü eski bir teoriye dayanıyorlardı. Bunlar, yani hümanistler daha ütopist görünüyorlardı. Bunlar, bizim fakülte gibi, yine İsmet Paşa’nın başlattığı Tercüme Bürosu’nda da toplanıyorlardı: Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu. Bu isimleri tanıyorum. Ama, Ankara bir avuç yer o zaman. Yine hep bir aradaydık. Bunlar kasılıyorlar, bizi açıkta bırakıyorlar yavaş yavaş. Münakaşalarımız oluyordu. Sabahattin Eyüboğlu diyordu ki: “Ben Trabzonluyum. (Trabzon Bizans ya!) Ben niçin Yunan neslinden olmayayım?” Canım, biliyor musun Yunanca? Hayır. Ama, niçin Yunanlı oluyorsun? E, o zaman kompleksi ortaya çıkıyordu. Belki bambaşka bir ırktan geliyordu. Ama, dünya medeniyetini meydana getirmiş olan Avrupalılarca da mümtaz bir ırk sayılan Yunanlı olmak istiyordu. Bunlar o devirde çok işlediler. Bizim talebemizden birçok gençleri de oraya sürüklediler. Bu hümanistlerin hareketleriyle dışardan gelen adamlar da ilgilendi. Bu meseleyle arkeologlar meşgul oluyorlar, bunlarla birlikte kazılar yapıyorlardı. Günahı anlatanların başına, ama, o kazıların pek çok mahsulünün o yoldan Avrupa memleketlerine gittiği de bir yandan söyleniyordu.

Bu hareketler bir ara durmuştu, biliyorsunuz. Pek yaygın değildi. Sonra fırsat düştükçe yine kendini gösterdi. Mevzu işlendi. Âdeta gaye Türk ismini kaldırmak idi. Orta Asya’dan bir avuç Türk gelmiş. Onlar geniş ölçüde bir takım yerlilerle kaynaşmışlar. Zaten onlar bir medeniyet getirmemişmiş. Türk medeniyeti diye bir şeyden bahsetmek mümkün değilmiş. Burada ne buldularsa onları medeniyet edinmişler ve zaten artık o kadar karışmışız ki, biz Türk kanından değilmişiz. Anadolu’da yeni bir kavim meydana gelmiş. Bunun adının da Türk olması lâzım gelmezmiş, Anadolu milleti demek kâfi imiş. Bu medeniyetin adı da, ne demekse, Anadolu medeniyeti imiş. Bunlar güneşi balçıkla sıvama teşebbüsleridir.

A. DELİORMAN- Hocam, öyle sanıyorum ki, Anadolu milleti iddiasına kalkışanlar, kültür denilen büyük oluşumu “İnsan” unsurundan ziyade, “toprak” unsuruna bağlıyorlar. Bunun temelden bir yanlış olduğunu farkedemiyorlar. Herkesçe bilinen gerçek, bizim, kalabalık kitleler halinde Asya’dan Anadolu’ya intikal ettiğimizdir. Atalarımız, kültürlerini de şüphesiz beraberlerinde getiriyorlardı. Anadolu’daki insanlar da kendilerine göre bir kültür sahibi idiler. Onların kültürleri ‘Anadolu kültürü’ filân değildi. Bu, zannederim, Avrupa’ya bakılarak yapılan bir yanlış. Oradaki kavimler, belli toprak parçalarında yerleşmişler ve kültürleri de bu topraklar üzerinde gelişmiş. Biz öyle değiliz. Hareketli ve dinamik bir kavim Türkler. Binlerce kilometrelik geniş bir sahaya yayılmışlar. Bu fark, onları aldatıyor olabilir mi?

BANGUOĞLU- Bilhassa 11. yüzyıldan sonra Türklerin Anadolu’da nasıl yerleştikleri bütün teferruatı ile sabittir. Bunlara dersiniz ki, peki biz Anadolu’ya geldik. Kimi bulduk burada? Rumları ve Ermenileri bulduk. E, biz Rumların, Ermenilerin torunları mıyız? Bu, onlara biraz aykırı geliyor. Canım, sen bırak onları, ondan evvel burda bir takım insanlar vardı. Hâdiseler onları Türkiye’de temizledi. Bugün hamdolsun bir Türk Anadolu var. Ama, genişçe bir Rum, Ermeni ekalliyeti, Türklerin müsamahası sayesinde Anadolu’da asırlar boyu yaşamışlardır. Nasıl yaşadıklarını da biliyoruz. Türkler daha çok askerliği ve ziraati, köylülüğü tercih ediyorlardı. Bu unsurlar Türkler geldikten sonra yavaş yavaş şehirlere çekiliyorlar. Kasabalarda, şehirlerde mahalleler kuruyorlar. Zengin, şeddadî kiliseler yapıyorlar. Rum kilisesi, Ermeni kilisesi. Ve, bunların kurdukları mahalleler de eski kalelerin dışında mahallelerdir. Bunlara varoş derler. Varoş denilince Rum mahallesi, Ermeni mahallesi anlaşılır. Bunlar sonradan gelip şehirlere yerleşmiş olan Rumların ve Ermenilerin mahalleleridir.

Türkler doğurgan bir millettir. Türk, Anadolu’da eski kavimlere nisbetle az değildi. Onlar ne kadar var idiyseler, kendi dilleriyle, kültürleriyle, âdetleriyle, dinleriyle yaşadılar. Türkler bunlara dokunmadı. Türklerin geniş müsamahasıdır ki, bütün Balkanlara da yayıldı ve Türklerin kısa zamanda bütün Balkanları ta Orta Avrupa’ya kadar fethetmelerinde âmil oldu. Türkler bir nizam getirmişlerdi, o dejenere Bizans nizamını yıkmışlar, yeni bir nizam koymuşlardı. Müsamahalı idiler. Bilhassa din bahsinde müsamahalı idiler. Âdil bir millet idiler. Ve, o şekilde bu Osmanlı İmparatorluğu’nu devam ettirdiler. O unsurların Osmanlılar aleyhine kışkırtılması son yüzyıllarda Avrupa’nın mahsulüdür.

Türkler çiftçiydiler. Eskiden bizim bu bahislerde araştırmalarımız da azdı. Yabancı eserlerden faydalanmaya çalışırdık. Bunlar da lehimizde konuşmazlardı. Ama, geçen elli-altmış yıl içerisinde bizim kendi bilginlerimiz yetişmiştir. Anadolu’nun nasıl Türkleştiğini teferruatı ile öğrenmek için rahmetli Kafesoğlu’nun kitabını, Allah selâmet versin Faruk Sümer’in Oğuzlar adlı kitabını koyunuz. Onlar Türk köylerin teker teker nasıl kendi boy isimlerini taşıyarak nasıl kurulduklarını yazmışlardır.

A. DELİORMAN- Çeşitli çevrelerde, bu adamların maksatları, hedefleri nedir acaba diye konuşuluyor. Sahi, sizce maksatları nedir efendim?

BANGUOĞLU- Biz giderek Rumların, Ermenilerin değil, ikinci kuşaktan, üçüncü kuşaktan Lidyalıların, Karyalıların, Frigyalıların, Hititlerin, Sümerlerin karması olan bir nesilden gelmişiz. Bu adamlar bunu açıkça konuştular, yazdılar. Pek kulak asılmadı ama, biraz araştırınız, göreceksiniz. Sonra, Türk adına da lüzum yok diyorlar, Türk kültürü diye de bir şey yok. Bunlar, benim kanaatimce, bizim memleketimizde komünistlerden daha yıkıcı rol oynamışlardır. Gayeleri, bir yandan kendi komplekslerini tatmin etmek, bir yandan da yabancılara hizmet etmek, zihinlerde Türk adını ve Türkiye adını silmeye doğru gitmektir.

Bu hâdiselere karşı resmî bir çıkış olmadı. Çok mânasız bir nazariye, bir ütopya olduğu için vakit vakit unutuldu. Bunlar sonradan zannediyorum, Halikarnas Balıkçısı diye bir adam keşfettiler. O vaktiyle Bodrum’da sürgünde yaşayan bir baba katili imiş. Orada yerleşmiş. Biraz okuyan bir adammış. Anlaşılan böyle bir kompleks içersinde Yunanlılara nisbet ve yakınlık iddiasında bulunmuş. Onu bir nevi pir yaptılar. O bölgeyi de adeta aydınlar için bir kurtarılmış bölge haline getirdiler. Aydınlar dediğime bakmayın, biz maalesef Cumhuriyet devrinde daha çok yarım aydınlar, çeyrek aydınlar yetiştirdik. Bunların çoğu, ilericiliktir diye, biz de bu yoldan aydın sayılabiliriz diye onları tutmuşlardır ve bölgenin de müşterisi artmıştır. Allah ziyade etsin ama menşei budur.

Bu hümanistler bir ara, o devirde, mekteplerimize Yunanca ve Lâtince derslerinin konulmasını ve bu suretle Batı kaynaklarından doğrudan doğruya faydalanmamız imkânının açılmasını istediler. Niyetleri buydu. Yani, sadece kayıtsız – şartsız bir Batılılaşma değil, Doğu ile her yönden köprüleri atmak ve gemileri yakmak davranışında idiler. İnönü zamanında bu fikir daha da yaygınlaşmıştı. Muvaffak olmadı.

Nihayet eski Yunanlıların bir de mitolojisi vardı. Biz de ona doğru eğilelim. Madem ki, biz onlardan önce medeniyet meydana getirmişiz, bilhassa İonyalılarla, ordan Yunanistan’a intikal etmiş, bizim de mitolojimiz olmalıydı. İşte onun için de bir Anadolu tanrıçası yarattılar. Adı Kibele. Ne korkunçtır. Tarihten önceki devirlerde bütün Anadolu’nun vahşi erkekleri bu kadına giderler. Ondan sonra, benim işittiğim versiyona göre, bu erkekler Bodrum Körfezi’nde yıkanırlar. Yıkanırken boğulurlar. O vahşi insanların nesli tükenir. Bu Kibele de durmadan doğurur. Doğurur, doğurur, doğurur, nihayet onun soyundan bir medenî nesil meydana gelir. İşte Anadolu’nun en eski kavimleri onlar olurlar. Biz de o eski kavimlerin evlâdıyız.

A. DELİORMAN- Bir ana kültü var efendim değil mi burada? Bu fikri, bir anaya bağlıyorlar.

BANGUOĞLU- Evet, bir anaya bağlıyorlar. Yeni Türkçede Tanrıça diyorlar. O –çeyi, bilir misiniz, Slav dillerinden almışlardır. Kraliçe, imparatoriçe, çariçe… Bizde öyle bir ek yok Türkçede. Bir de Farsça’dan gelen bir –çe eki var. Onun ilgisi yok bununla. O küçültme ekidir. Tarihçe, lügatçe, kemançe, bahçe… gibi Türkçeye geçmiş Farsça kelimelerle gelmiş. Bizim bir takım bilginler, bunun o dillerden bize değil, bizim dilimizden onlara geçtiğini iddia ettiler. Sonradan Tanrıça yaptılar. Hilâl: karşılığını bulamadılar, ayça dediler. Ay’ın küçüğü. Eski dilcilerimizin hali de bu.

A. DELİORMAN- Efendim, burada bir sorum olacak. Bizim kültür atalarımız İonyalılar, Ege sahillerinde oturan eski kavimlerdi. Bunlar Yunan’a da tesir ettiler, Yunan kültürü böyle meydana geldi. Yunan kültürü de, bugünkü Avrupa milletlerinin ve kültürünün, Hıristiyanlıkla birlikte, temelini teşkil etti. Dolayısıyle biz, Ege sahillerinde kültürün Yunanlılarla birlikte müşterek torunlarıyız… diye bir iddia ileri sürülüyor. Siz ne diyorsunuz bu iddia karşısında?

BANGUOĞLU- “Cehlin ol mertebesi sehl olmaz / Tahsilsiz bu rütbe cehl olmaz.” Bir devlet adamımızın böyle bâtıl bir fikri alıp politikada kullanmaya çalışması talihsiz bir hâdise. Yalnız şahsı için değil, milletimiz için talihsiz bir hâdise.

A. DELİORMAN- Efendim, geçen sohbetimizde üzerinde durduğumuz konu, hatırlayacaksınız, Türkçülük hareketi ve ona karşı girişilen suikastlerdi. 1944 dâvaları üzerinde de, işin perde arkasını anlatmıştınız. O zaman soracaktım, unutmuşum. Şimdi müsaade ederseniz sorayım. 1944’te Türkçülere yapılan haksız muamelenin ardında acaba başka bir hesap mı vardı? Yani, bu, İsmet Paşa’nın şahsî tutumundan, hislerinden ayrı, bir de siyasî gelişmelerle ilgili miydi? O sıralar, Almanlar yenilmeye başlamışlardı. Eh, İsmet Paşa da, uzun süre, Türkiye’nin tarafsızlığını devam ettirmiş bulunuyordu. Savaşın gidişatı değişince Müttefiklerin, bilhassa Rusların bu “tarafsızlık” politikasını, bizim aleyhimizde kullanmaları ihtimali belirmişti. Komünistlere ve dolayısıyle Rus yayılmacılığına şiddetle muhalif olan Türkçüleri ve Türkçülüğü ezmek suretiyle Moskova’nın hoşuna gidecek bir jest yapmayı düşünmüş olabilir mi İsmet Paşa?

BANGUOĞLU- O bahisteki zamirini bize söylememiştir. Böyle düşünmüş olabilir. Ama, şu muhakkak ki, İsmet Paşa, zaten Türkçülükten hazetmezdi. Millî değerlere karşı kayıtsızdı. Asıl âmilin bu olduğunu zannederim.

A. DELİORMAN- Efendim, bu uzun sohbetimiz için teşekkür ederim. Devamını bir başka görüşmemize bırakıyoruz. Sağolun!

(Ne yazık ki Hoca’nın ölümü, bu seri konuşmaların devamına imkân bırakmadı).

(Yeni orkun 17. Sayı Temmuz – Ağustos 1989)

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -