Ana Sayfa 1998-2012 Doksanıncı Yıllarında Türk Ocağı ve Türk Yurdu (I)

Doksanıncı Yıllarında Türk Ocağı ve Türk Yurdu (I)

Çağdaş ülkelerin hemen hepsinde, aynı amaca ulaşmak için bir araya gelen kişilerin kurup yönettiği ve varlığını sürdürdüğü kurumlar var. Çevresinde birleşilen bu amaçlar sosyal, bilimsel, meslekî, sporla ilgili, vb. olabilir. Onlar, devletlerinin çıkardığı yasalar çerçevesinde çalışır veya hizmet görürler. Temel özellikleri, yönetici ve üyelerinin o kuruluşlardaki çalışmalarından bir kazanç sağlamamaları, hizmetlerini gönüllü olarak yürütmeleridir. Bundan dolayı onları birer “gönüllüler kuruluşu” olarak nitelendirebiliriz.

- Reklam -

Böyle kuruluşlara günümüzde “sivil toplum örgütleri” de deniliyor.1 Bu, onların “gayrı resmî” de oldukları anlamına gelir. Dernek, vakıf, oda, kulüp… gibi adlar taşıyan bu kuruluşlar bağımsız birer yapıya sahiptirler. Siyasetle uğraşmazlar, herhangi bir siyasî partinin güdümüne girmezler. Ancak, çalışma alanları ile ilgili konularda birbirleri ile veya resmî kurumlarla işbirliği edebilirler. Onlar, yasal durumları dolayısıyla resmî kurumların yapamadığı birçok yurt ve millet hizmetini gerçekleştirebilirler. Kısacası; bu tür kuruluşlar toplum hayatının vazgeçilmez unsurlarıdır.

Milletimiz, tarihin derinliklerinden gelen ahilik ocakları, vakıflar gibi kurumlarla bu gönüllü kuruluşlarının en güzel örneklerini vermiştir. Onların çağdaş dünyadakine benzer olanları ise, yurdumuzda Tanzimattan sonra görülmüş ve çoğalmıştır. Ama bu tür kuruluşların bazıları uzun ömürlü olamıyor. Onlar ya kısa zamanda gerçekleşebilecek bir amaca ulaşmak üzere kuruldukları için o amaca ulaşınca dağılıyorlar, ya da yöneticilerinin ve üyelerinin ilgisi azaldığı veya ortadan kalktığı için varlıklarını yitiriyorlar. Onların, varlıklarını sürdürüyor görünmekle birlikte hiçbir etkinliği kalmamış olanları, varlıkları ile yoklukları arasında fark bulunmayanları da var. Bu açıdan değerlendirdiğimizde ülkemizi bir “gönüllü kuruluşları mezarlığı veya hurdalığı” olarak da nitelemek mümkündür.

Ama onların, varlıklarını yüz yıla yakındır veya yüz yıldan fazla sürdürenleri de var. “Türk milletini sevmek ve yüceltmek” olarak tanımlanan Türkçülük ülküsüne bağlı olanların kurup bugüne kadar yaşatageldiği “Türk Ocağı” o uzun ömürlü kurumların çarpıcı bir örneğidir.

Türk Ocağı resmen 25 Mart 1912’de kurulmuştur. Fakat onun kuruluşuna ilişkin çalışmalar 1911 yılında başlayıp gelişmiştir. Buna dayanarak onu doksan yıllık bir “gönüllüler kurumu” olarak değerlendirebiliriz.

Türk Ocağı’nın kuruluşu da öteki derneklerden farklı olmuştur. O, üç beş kişinin bir araya gelerek oluşturduğu sıradan bir kuruluş değildir; bir gençlik girişiminin somutlaştırdığı bir oluşumdur.

Bilindiği gibi, Tanzimat Fermanının ilânından sonra Osmanlı ülkesinde baş gösteren ayrılıkçı düşünceler, 1908’de II. Meşrutiyetin başlaması ile birlikte rahatsız edici kıpırdanış ve davranışlara dönüşmüştü. Ülke içindeki etnik ayrılıkçılar bir bir ayaklanmaya, devleti parçalamaya yönelmişlerdi. Bu ayrılışların önüne geçmek için Osmanlıcılık ve İslâmcılık gibi akımlar geliştirilip uygulamaya konmuş ise de, bunların ülke bütünlüğünü ve millî birliği korumaya yetmeyeceği kısa sürede anlaşılmıştı. İktidardaki İttihat ve Terakki Cemiyeti, milliyetçi bir görüşü temsil etme kle birlikte, ne siyasî istikrarı sağlayabiliyor, ne de ayrılıkçı faaliyetlerin ve ülke parçalanmasının önüne geçebiliyordu. Bu durum ülkenin ve milletin dertleri ile ilgilenen genç aydınları derinden üzüyor, onları ülke ve millet sorunlarına çareler aramaya yöneltiyordu.

- Reklam -

Ama sorun ve dertleri yalnızca aydınların bilmesi de yeterli değildi. Onlara toplum katmanlarının ilgisini de çekmek gerekirdi. Ne var ki, Osmanlı Devleti’nin temelini ve “aslî unsur”unu oluşturan Türk toplumu millî kimliğinden habersiz yaşıyor, bundan dolayı ayrılıkçı davranış ve eylemlere gereken tepkiyi gösteremiyordu. Öyleyse, her şeyden önce, ona kimliğini ve benliğini tanıtacak, millî duygularını canlandırıp harekete geçirecek çalışmalar yapılmalıydı. Bu da ancak millî bilinci güçlü, yurtsever aydınların çabaları ve çalışmaları ile gerçekleşebilirdi. Böyle aydınların bir “gönüllüler kuruluşu”nun çatısı altında toplanarak gönüllerini ve güçlerini birleştirmeleri, Türk toplumunu bilinçlendirmek için gerekli tedbirleri ve yöntemleri düşünmeleri, bunu gerçekleştirecek sistemli çalışmaları plânlamaları, sonra da onları uygulamaya, hayata geçirmeleri gerekli idi.

Osmanlı ülkesinde birçok Türk aydınının kafasını durmadan meşgul ettiği muhakkak olan bu düşüncelerin ilk önemli ve somut kıvılcımı zamanın “Askerî Tıbbiye Mektebi”nde parladı. Bir yandan hekimlik eğitimi görürken bir yandan da yurt ve millet sorunları ile ilgilenen ve dertlenen 190 (yüzdoksan) Askerî Tıbbiye öğrencisi, bu sorunların çözümü ile uğraşacak bir “gönüllüler kuruluşu” oluşturulmasına yönelik görüş alış verişini sağlamak üzere bir toplantı düzenleme girişiminde bulundu. Kendileri, 24 Mayıs 1911’de toplanarak, 21 kişilik bir girişimciler kurulu oluşturdular ve başta zamanın ünlü Türkçüleri olmak üzere birçok tanınmış şair, edip, bilim ve düşünce adamına mektuplar yazıp bu danışma toplantısına davet ettiler.

Bu girişimciler topluluğunun Dr. Fuat Sabit (Ağacık) başkanlığındaki üyeleri ile ünlü Türkçülerden Mehmed Emin (Yurdakul), Yusuf (Akçura), M. Ali Tevfik (Yükselen), Emin Bülend (Serdaroğlu) ve Ahmed (Ağaoğlu) beğlerin de katıldığı bir toplantı yapıldı. Türkçülük düşüncesini yayacak ve yaşatacak yeni bir dernek kurulması, 3 Temmuz 1911’de yapılan bu toplantıda kararlaştırıldı. Aynı toplantıda, Dr. Fuad Sabit’in önerisi ile, kurulacak derneğin adının “Türk Ocağı” olmasına da karar verildi. Bu toplantının yapıldığı tarih, bu kararlardan dolayı, Türk Ocağı’nın “fiilî” kuruluş tarihi sayılır. Çünkü o toplantıda, kuruluş işlemlerini yürütecek bir “geçici yönetim kurulu” da seçilmişti.

Yeni derneğin “Esas Nizamnâme”si ile çalışma programının hazırlanması oldukça zaman alır ve gerekli öteki işlemler de tamamlanarak Türk Ocağı’nın 25 Mart 1912’de faaliyete resmen geçmesi sağlanır. Ocak’ın kurucusu olarak görünenler Mehmed Emin (Yurdakul), Ahmed Ferit (Tek), Ahmed (Ağaoğlu) ve Askerî Tıbbiyelilerin temsilci Dr. Fuad Sabit (Ağacık) beğlerdir.

1912’de yayınlanmış olan Türk Ocağı Esas Nizamnâmesi’ne göre, Ocağın amacı “akvâm-ı İslâmiyenin bir rükn-i mühimmi olan Türklerin millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terakki ve i’lâsıyla Türk ırkının ve dilinin kemaline çalışmak” olarak belirlenmişti. Dernek, amacını gerçekleştirmek için “Türk Ocağı adlı kulüpler açarak dersler, konferanslar, müsamereler tertip, kitaplar ve risaleler neşr edecek, mektepler açmaya çalışacak”tı. Ocak’ın, amacına ulaşmaya çalışırken “sırf millî ve içtimaî bir vaziyette” kalacağı belirtilmekte, “asla siyaset ile uğraşmayacak ve hiçbir vakit siyasî fırkalara hâdim bulunmayacaktır” denilmekte idi.

- Reklam -

Türk Ocağı bir yandan İstanbul’daki merkezinde faaliyet gösterir iken bir yandan da, başta İzmir olmak üzere, belli başlı şehirlerde şubeler açmaya girişir. Türk Ocaklarının sayısı 1916’da 25’e, 1919’da 35’e yükselir. Fakat o yıldan başlayarak, Sevr Andlaşması’na dayanan istilâcı güçler, halkı kendilerine karşı koymaya özendiren, açık hava toplantıları (Fatih ve ünlü Sultanahmet mitingleri gibi), vb. düzenleyerek toplumun millî duygularını harekete geçirmeye ve coşturmaya çalışan Türk Ocaklarını, başta İstanbul’daki merkezi olmak üzere, işgal ettikleri yerlerde basmaya, kapatmaya başlarlar. Kimi üst yöneticilerini Malta’ya sürerler. Zaten Çanakkale savaşlarına gönüllü olarak katılıp şehit veya gazi olmuş genç Ocaklıların büyük çokluğu, istilâcılara karşı açılan millî kurtuluş mücaledesine katılmak üzere oluşturulan birliklerde yer almıştır, bu kez. Bu yüzden Türk Ocağı çalışmaları, “Kurtuluş Savaşları” boyunca askıya alınır.

Millî Mücadele zaferle sonuçlanınca, 1922’den başlayarak, Türk Ocağı çalışmaları yeriden canlanır ve Mustafa Kemal Paşa’nın da desteği ile, kapanan Ocak’lar yeniden yanmaya başladığı gibi onlara birçok yenileri katılır. Cumhuriyetin ilânından sonra başlatılan inkılâpların başlıca destekçisi ve yayıcısı Türk Ocakları olur. Bu dönemde açılan Ocak’ların sayısı 1928 yılı başında 141’e ulaşmıştır. Merkezinin de Ankara’ya taşındığı 1920’li yıllarda Genel Merkezde birçok bilimsel ve sosyal toplantılar ve kültürel etkinlikler düzenlenirken çok sayıda da değerli kitap yayınlanır. Şubeler de, kendi imkânları çerçevesinde, halk okulları, sağlık ocakları kurarak köylere kadar uzanan sosyal, kültürel, vb. çalışmalar yaparak, topluma yararlı olmaya çalışırlar.

Türk Ocaklarına Ankara’da bir Genel Merkez yapısı kazandırma çalışmaları da bu verimli yıllarda sonuçlandırılır. Arsası 1926 yılında Vakıflar İdaresinden satın alınan bu yapının plân ve projeleri Türk Ocaklı Yüksek Mimar Hikmet Koyunoğlu tarafından hazırlanır ve 1927’de temeli atılır. Koyunoğlu’nun titiz gözetim ve denetiminde hızla sürdürülen inşaat 1928’de tamamlanır. Böylece Ankara, en güzel ve görkemli anıt yapılardan birine kavuşturulmuş olur. Bu yapı ve donanımı için, zamanın değerleri ile 600.000 (altıyüzbin) lira harcanmıştır. Önemli olan husus, bu anıt yapının devletin maddî herhangi bir katkısı olmadan, Türk Ocağı’nca sağlanan iç ve dış bağış ve yardımlarla gerçekleşmiş olmasıdır.

1927 yılında toplanan Ocak Kurultayı, “Türk Ocağı Yasası”nda değişiklik yaparak Ocağı Cumhuriyet Halk Partisi ile ilişkilendirmiştir. Bu değişikliğe göre, “Cumhuriyet, milliyet, muasır medeniyet ve halkçılık mefkûrelerini takip eden Türk Ocağı, bu mefkûreleri tahakkuk ettirmekte olan Cumhuriyet Halk Fırkası ile devlet siyasetinde beraber olacak”tı. Böylece, Türk Ocağı’nın ilk tüzüğünde yer alan “asla siyasetle uğraşmayacak” ilkesinden sapılmış, bir ucundan siyasete bulaşılmış oluyordu.

Fakat Türk Ocağı’nın CHP ile bu biçimde ilişkilendirilmiş bulunması zamanın tek parti siyasetçilerini tatmin etmez. Onlar Ocak’ın tam bir “teslimiyet” durumunda olmasını istemektedirler. Buna karşılık Ocak şubelerinde CHP’nin hoşuna gitmeyecek görüşler ve etkinlikler görülebilmektedir. Özellikle de Türk Ocaklarının Türkiye dışındaki Türk dünyasına yönelik düşünce ve etkinlikleri, onların yaşadıkları ülkelere egemen olan devletlerle girişilen siyasî ilişkiler dolayısıyla, devletin ve iktidarın üst yönetim yetkililerince hoş karşılanmamaktadır.

Bu durum Türk Ocağı’nın kapatılması yolunu açmış olur. Türk Ocakları’nın 10 Nisan 1931 günü toplanan son (olağanüstü) Kurultayında, Ocağın, sayısı 264’e ulaşmış şubeleri ile birlikte kapatılmasına, taşınır ve taşınmaz varlıklarının Cumhuriyet Halk Fırkası’na devredilmesine karar verilir. Bu, şube temsilciliklerine önceden CHP milletvekillerinin seçtirilmesi sonucu, kolaylıkla elde edilmiş olan bir karardır. Böylelikle yirmi yıldır canla başla yurt ve millet hizmetinde olan Türk Ocakları söndürülmekle kalmamış, Türk Ocağı’nın görkemli Genel Merkez binası, yurt alanına yayılmış 141 (yüzkırkbir) parça mülkü, bütün taşınır varlıkları Cumhuriyet Halk Partisi’nin zimmetine geçirilmiş, 32.000’i aşkın Türk Ocağı üyesi de açıkta bırakılmıştı.

Türk Ocağı’nın 1931’deki kapatılışının gerçek sebebi çok merak edilen bir husustur. Sayın Prof. Dr. Ercüment Kuran’dan sohbetleri sırasında bir kaç kez dinlediğimiz, ona da Abdülkadir İnan’ın anlattığı bir olay, bu sebebi sezdirecek niteliktedir: Türk Ocağı’nın kapatıldığı günlerden birinde Çankaya Sofrasına çağrılan Abdülkadir Hoca, masanın bir köşesinde sessiz ve çok üzgün bir durumda oturmaktadır. Toplantının sonuna yaklaşıldığı bir sırada Atatürk, önündeki bardağa çatalı ile birkaç kez vurup sessizliği sağlar ve ona dönerek “Abdülkadir, der, ne kadar üzgün olduğunu görüyorum. Türk Ocağının kapatılmasından ben de senin kadar üzgünüm. Ama ben bu ülkenin cumhurbaşkanıyım. Bazen hiç istemediğim ve benimsemediğim uygulamaları yapmak veya yapanları hoş görmek durumunda olabilirim.” Kapatıldığı yıla kadar Türk Ocağı’na büyük destek veren, Ocaklara sık sık kişisel bağışlar yapan, gittiği her yerde, varsa Türk Ocağı şubesini mutlaka ziyaret eden ve en önemli demeçlerini oralarda veren Atatürk’ün, siyasî bir zorunluluk olmadan Türk Ocaklarının kapatılmasına razı olması, izin vermesi düşünülemezdi. Abdülkadir İnan Hocanın bu anısına dayanarak Türk Ocağı’nın bir “milletler arası denge” politikasına kurban gittiğini düşünebiliriz. Yani, tutsak Türk illerini ve toplumlarını egemenliği altında tutan Sovyetler Birliği ile başlatılan siyasî ilişkilerin bu sonuçta etkili olduğu söylenebilir. Öte yandan, aydın bir kitleye dayanan ve şube sayısı hızla artmakta olan bir derneğin siyasî bir yapıya dönüşmesi durumunda CHP’de yapabileceği yıkımı düşünen hızlı particilerin Atatürk’e kadar iletilen kaygıları da kapatılışta etken olmuş sayılabilir. Bütün bunlar, “kendini fesh etmiş” görünse de, Türk Ocağı’nın “kapattırılmış” olduğunu gösterir.

 

Orkun'dan Seçmeler

Atatürk’ü Anlamak

Potre: Bülent Ecevit

Abdullah Savaşçı

- Reklam -