Ana Sayfa 1998-2012 Doğu ihmal edildi safsatası

Doğu ihmal edildi safsatası

BASINDAN veya politikacıların ağızlarından ikide birde “Türkiye Doğu’ya yatırım yapmadı da bu PKK belâsı meydana geldi” mealinde sözler işitiyoruz. İktisadî bilgi ve zihniyetten yoksun ve özellikle köşe yazarları kanalıyla bilgilendirilmiş(!?) ve politize olmuş genç nesil(1) PKK terörünü Türkiye’nin bu ihmaline bağlamaktadır. Yani, Türkiye Güneydoğu Anadolu’ya zamanında ve yeteri kadar yatırım yapsaydı PKK zemin ve kendine taban bulamazdı vs. vs…

- Reklam -

Bu iddianın dayanaktan yoksunluğunu iki bakımdan dile getirmek istiyorum.

Birincisi, terör ile ekonomi arasında bire bir bağlantı yoktur. İspanya’da ETA terörünü ve Irlanda’da IRA terörünü; Belçika’da Valon-Flaman çekişmesini; Kanada’da İngilizce konuşan- Fransızca konuşan çatışmasını, İngiltere’nin İskoçya ve hattâ Almanya’nın bir ölçüde Bavyera sorununu izah edemezsiniz. Bundan şu sonucu çıkarmak istiyorum: Terör, fakirliğin bir sonucu değildir.

İkincisi ve benim bu yazıda esas dile getirmek istediğim husus, önce Osmanlı’ya sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ne –kasden– yöneltilen ve Türk düşmanları tarafından da bilerek ileri sürülen bir iftira: Türkiye, Güneydoğu’ya yatırım yapmadı ve o bölgeyi geri bıraktı!

İkinci husus, durumu bilmeyen bazı genç Türkçülerin de içine düştükleri bir hatadır. Bir Türkçü gencin bana “… adamlar haklı, biz de o bölgeye hiç yatırım yapmamışız…” dediğini hatırlıyorum. Burada tipik bir anakronizm söz konusudur. Yani, milenyum başındaki Türkiye ile XX. yy. başındaki Türkiye’yi karıştırmak. Yani, XXI. yy. da dünyanın 17. ekonomik gücü düzeyine erişmiş Türkiye ile XX. asır başındaki Türkiye’yi aynı saymak.

Ben, 1934 yılında İstanbul Bakırköy’de ilkokula başladım. Demek ki takriben 70 yıl öncesinin İstanbul’unu hatırlıyorum. Ayrıca XIX. yy. sonu ile XX. yy. başı İstanbul’unun resimleri de var elimde. O zamanki Türkiye’nin en mamur ve zengin kenti olan İstanbul dahi fakirlikten dökülüyordu. Bakırköy’e yaz ayları, heybesindeki yumurtaları, yarısı acı çıkan hıyarları, bacaklarından bağlı aşağı sarkıtılmiş tavukları vs.yı satmak için gelen köylüler, ayakla rında çarık ve üstleri başları lime lime ve yama dolu giysilerle dolaşırlardı. Yamalı elbise ve gömlekler İstanbulluların da yabancısı değildi. Ben, iyi maaş alan bir yüksek bürokratın yegâne çocuğu olduğum hâlde yamalı elbise ve gömlek ile tanıştım. Ayakkabılarıma en az bir kez pençe yapılırdı. Dilencilere para değil kuru, bayat ekmek verilirdi veya “inayet ola!” diye kapıdan savulurdu. Çorapların topukları onarılabilsin diye tahtadan yumurtalar vardı. İlkokulda zengin çocukların yüz paraya (yani ikibuçuk kuruş) çok fakir bir kız talebeye hayvan kakası elletip ağzına sürdürdüklerini hatırlıyorum. Yine ilkokulda hemen hemen her gün fakir çocuklar bit taramasından geçirilirdi.

Niyetim statistiklere de dayanarak Cumhuriyetin ilânı ile bugünkü Türkiye’nin bilimsel bir karşılaştırmasını yapmak değil. Başlangıç noktamız, duygusal Türkçülere malûm değilse de bilimsel Türkçülere malûm.

- Reklam -

Bu ikinci hususa ekleyeceğim bir ekonomik faktör daha var. Bu faktör, ekonomilerin gelişmesinde esaslı bir rol oynadığı gibi hâlâ da geçerliliğini koruyor. İş yeri ve özellikle sabit tesise dayanan sanayi kuruluşlarının “kuruluş yeri seçimi” faktörü. Orta Öğretim Kurumları Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavı Sosyal Bilimler bölümünün 16. sorusu bu konuyu işliyor. Haritada Rize’ye bisküvi, Van’a dokuma, Konya’ya çay ve Aydın’a zeytinyağı fabrikası yerleştirilmiş. Hangisi doğru yerleştirilmiş, diye soruluyor. Görülüyor ki daha orta öğretim öğrencisinin kafasında bir “kuruluş yeri seçimi” faktörü oluşturulmak isteniyor. Neden? Çünkü bir iktisadî faaliyetin prodüktif (verimli) ve rantabl (kârlı) olabilmesi için kuruluş yeri şeçiminin doğru yapılması şarttır. Özellikle Avrupa’daki sanayi kuruluşlarının bazı bölgelere kümelenmiş olması bir rastlantı değildir. Meselâ Almanya’da Ruhr Bölgesi gibi.

Bundan takriben 35 yıl önceydi. İşim icabı her yıl Kars’taki büyük bir toptancı iş adamı ile Kars’ta buluşuyordum. Çok birikimi olduğunu ve sanayi yatırımı için İstanbul’a göç edeceğini bana söyledi (nitekim göç etti de…). Ben de, mealen, “… bakın, bu serveti size bu bölge halkı kazandırdı, neden yatırımı burada yapıp da istihdam sağlamıyorsunuz?” diye sordum. Bana, “… sen ne diyorsun! Buz dolabının veya Anadol’un yanan silecek motorunu sardırmak için Ankara veya İstanbul’a yolluyoruz. Tüm yedek parçalar İstanbul’dan geliyor, Kars’ta fabrika hiç olur mu?” diye cevap verdi. Ünlü Güneydoğulu iş adamlarının neden yatırımları gelişmiş bölgelerde yaptığı böylece anlaşılıyor. Değil Cumhuriyetin ilk yıllarında, bugün bile Güneydoğu, coğrafya, yetişmiş işgücü, ulaşım vs. bakımlardan henüz yatırım için uygun değildir ve asla meselâ bir Marmara bölgesi ile yarışamayacaktır.

Maksadım –Türkçülerin pek hoşlanmadığı(2)– iktisadî bir diskur geçmek değil. Aksine ekonomik gerçekleri dile getirmek. Ekonominin esas kurallarından biri de –benim zamanımın deyimi ile– “say-ı ekal” kuralıdır. Yani, a) elimizdeki belirli kaynaklardan azamî verim sağlamak; veya b) belirli hedefe minimum harcama ile ulaşmaktır(3). Yoksulluktan kurtulmanın bir yolu da zaten kıt olan kaynakların akılcı kullanımıdır. Bu bakımdan Türkiye’nin çok dikkatlı olması, kılı kırk yararak karar vermesi gerekir. Geçmişte popülizme dayalı kaynak israfı çok yapıldı maalesef. Erbakan’ın bugün temellerinin bile kalmadığı “ağır sanayi” yatırımları gibi. Bir zamanların havaalanı inşaatı furyası gibi. Şimdi de moda Recep Bey’in refikaları hanımın memleketi olan Siirt’e yatırım. Bir ülkenin fabrikaları ve diğer üretim üniteleri eşitlik uğruna o ülkenin her kilometre karesine eşit olarak dağıtılamaz. Bir X tesisi Hakkari’de eksi verimlilik ve rantabilite ile çalışır ve ekonomiye yük olurken, aynı X tesisi Edirne’de hem prodüktif hem de rantabl olabilir. Bu durumda X tesisini Edirne’de kurup onun artı değerini Hakkari’ye transfer daha akıllıcadır. Aksi de varit.

Yukarda değindim, bu yazımın hedefi zaten bilenlere tere satmak değil. Sadece bazı genç Türkçülere, özellikle PKK ve onun suyundan giden komünist propagandasına kanarak geçmişi suçlayanlara.

Not. 63. sayıda ele aldığım “Yabancı Malları Boykot” adlı yazım sadece basıt bir ekonomik kuralı, yani, güçsüz ekonomi güçlü ekonomiyi boykot edemez, kuralını dile getirdiği hâlde mezkûr yazı Orkun’un sayın Yayın Kurulu tarafından Serbest Kürsü’ye çıkarıldı, yani, Türkiye yabancı malları boykot edemez, tezine dönüştürülmüş oldu. Evet, ABD ve AB gibi güçlü ekonomiler karşısında Türkiye’nin boykot gücü yoktur ve hattâ sonu felâket olur, fikrimin arkasındayım. Tabiî ki bu fikrin antitezi, “Türkiye’nin yabancı malları boykot gücü vardır” şeklinde ve bunun ispatı olmalıydı. Bir fikrin antitezi yine bir fikirdir! Serbest Kürsü’de olan, o fikri öne süren değil bizatihi o fikirdir. Nitekim Orkun da “… ele alınan konular…” demek suretiyle “konu”yu ön plâna çıkarmıştı. O yazıma cevabı tüm Orkun okurları gibi ben de okudum, birinci diyeceğim bu. İkincisi ise, ben, Türkçü bir dergi olan Orkun’da yazı yazan bir Hrıstiyan inançlı Gagavuz veya Çuvaş, veya Musevî inançlı Çala veya Karaim olabilirim. Veya putperest bir Türk. Yani sizlerle aynı kanı ve kökü itibarıyla aynı kültürü taşıyorum ama ayrı inançtayım. Şimdi soruyorum Orkun okurlarına: Beni Maide 51. ayete dayanarak dışlar mısınız?

- Reklam -

DİPNOTLARI

(1) NTV televizyonundaki, Ekodialog programını çok zaman ilgi ile izlerim. Dikkatimi çeken ve de beni üzen bir husus iktisat eğitimi gördüğünü söyleyen öğrencilerin iktisat dışı mantıkla ve politikacı ağzı ve tavrı ile yönelttikleri abuk sabuk sorulardır. Bu soruların başında da IMF’nin Türkiye’yi batırmak için elinden geleni yaptığını imâ eden saçmalık. İçimden, yavru iktisatçılar bu kafa ile mezun olurlarsa Türkiye IMF’ye daha çoook el acar, diye düşünürüm.

(2) Bu sözü kasden yazdım. Biz Türkçüler eğer Türkiye’yi güçlü görmek istiyorsak, güçlü bir Türk ekonomisi için yazıp çizmeliyiz. Her Orkun’da en az iki tane hamasî değil bilimsel ekonomik yazı yayınlanmalıdır. Unutmayalım: Barut (yani ilme ve ekonomik güce dayalı teknoloji) icat oldu, mertlik (yani dayanaksız hamaset) bozuldu!

(3) Bazen söylendiği gibi, minimum masrafla maksimum verim (veya gelir) sağlamak, değil tabiî ki. Bu mantıksızlıktır, çünkü bir denklemde iki bilinmeyen var!
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -