Ana Sayfa 1998-2012 “Dışarıdan yönetilen bir devlet durumuna girdik”

“Dışarıdan yönetilen bir devlet durumuna girdik”

Kâmran İnan diyor ki:

- Reklam -

Röportaj: Mustafa Gürbüz

Türk diplomasisinin tanınmış siması, eski devlet bakanı Sayın Kâmran İnan ile yaptığımız röportaj, birçok önemli konuda açıklamaları ihtiva ediyor. Sayın İnan, Türkiyemizin gerçeklerini ve şu an içinde bulunduğumuz durumu, kendine has açık sözlülüğü ile dile getiriyor. Okuyucularımızın, bu röportajı ilgiyle ve istifadeyle okuyacaklarını umuyoruz.

MG- Milletlerarası ilişkiler konusunda siz mütehassıssınız, milletlerarası ilişkiler bakımından, Türkiye’nin bugünkü durumu ve konumunu değerlendirebilir misiniz?

Kİ- Yapmaya çalışayım ama, itiraf etmek lâzım, pek de parlak değil. Bana göre Cumhuriyet tarihimizin en zor dış ilişkiler dönemini yaşıyoruz. Yani Türkiye kendi eliyle, kendi hatalarıyla kendisini yalnızlığa sevk etti.

1947 Truman dokrini, daha sonra 1950’de Kore’de silâh arkadaşlığı, 1952 NATO içinde iş birliği, ABD ile geliştirilen çok sıkı işbirliği ve stratejik beraberlik, maalesef bu mevcut ilişkiler Sayın Hükûmet tarafından tamamıyla koparıldı.

Amerika ile uzlaşmama dönemi yaşamaya başladık. Onun da çok kötü etkilerini Türkiye çok acı bir şekilde hissetmeye başladı.

- Reklam -

Buna mukabil Sayın Hükûmet AB ile tam bir teslimiyet içinde, kayıtsız ve şartsız. Bu teslimiyet tavrı Avrupa’nın asırlardır bize karşı beslediği bir nevi içindeki intikam; yavaş yavaş açığa vurmaya ve bize yukarıdan bakmaya, bize bir koloni muamelesi yapmaya başladı.

AB’nin 06.10.2004 tarihinde Türkiye hakkında yayınladığı ilerleme raporu aslında SEVR Antlaşmasının biraz daha böyle üstü örtülü, kapalı takside bağlanmış şekli.

Devletin üniter yapısını hedef alan LOZAN’ın dinî azınlık esasını, bu sefer etnik azınlıklara çevirmek isteyen bu raporda da 69 yerde etnik lâfının geçmesi boşuna değil.

Bununla beraber o kadar detaya girmişler ki DİCLE ve FIRAT nehirleri ve bunların üzerindeki barajların, enerji santrallarının işletilmesi milletler arası bir müstemleke reçetesi hâline getirilmiş. Bu reçetenin ışığı altındaki Türkiye bu konuda çok rahatsız edici bir beyanda bulundu. Başbakan böyle ağır bir rapor için “dengeli ve olumlu” dedi.

Oysa devletin bunu reddetmesi lâzımdı. Bu raporla hiçbir şekilde masaya oturmayacağını, karşı tarafa kararlı bir şekilde bildirmesi gerekirdi. Bunun aksini yaptı. Kalktı 16-17 Aralık 2004’te BRÜKSEL zirvesine gitti. Orada tarih verme karşılığı olarak Türkiye için öngörülen belge ise BİR TAM ÜYELİK BELGESİ DEĞİL, bir özel statü. Çünkü ucu açık müzakere her an kesilebilir, insanların dolaşımı yasak, tarih faktörü yok, altyapı fonlarından yararlanamayacaksınız.

- Reklam -

Ne kalıyor geriye? Bir gümrük Birliği. O zaten 10 senedir var. Tek taraflı işlediği için bana (Türkiye’ye) maliyeti de 80 milyar dolar.

Bunun yanında Kıbrıs ön şartı, Güney Kıbrıs’ın tanınması, dolayısıyla Kuzey Kıbrıs’ın ortadan kaldırılması ve ikisinin birleşmiş şeklinde AB içinde yer alarak gizli ENOSİS’in gerçekleştirilmesi ve Kıbrıs’ın YUNANİSTAN’a hediye edilmesi ki bunda da Ankara yardımcı olmak yolunda.

Aslında Sn. Denktaş ve ekibi Ankara tarafından maalesef devre dışı bırakılmış, iktidardan uzaklaştırılmış ve işbirlikçi, ver kurtulcu zihniyette olan bir başka ekip, Talât ve ekibi getirilmiştir.

Bu suretle Ankara ile Kuzey Kıbrıs arasında ver kurtul koalisyonu kuruldu ki 40 yıl Atina’nın ve Güney Kıbrıs’ın devre dışı bırakamadığı Sn. Denktaş’ı Ankara devre dışı bıraktı.

Bu suretle Ankara 2-3 tane büyük teşekkür mesajı almaya hak kazandı!!!

Birisi Kuzey Irak’taki Kürt liderlerden, aşiret reislerinden Talabanî, bu şahsın pasaportu yoktu, Türkiye verdi. Dünyayı gezdirdi, ev sahipliği yaptı. Sonra dedi ki siz sahipsizsiniz size yardım lâzım.

Amerika ile olan stratejik işbirliğini 01.03.2003 tarihinde Türkiye, Kuzey Irak’a devretti. Bunlar da bunu gayet kurnazca, beklenenden daha akıllı bir şekilde kullanmak suretiyle Irak’ta ABD’nin İngiltere’den sonra koalisyon ortağı hâline geldiler. Önleri açıldı ve Cumhurbaşkanlığına kadar çıktı. Bu çıkışı Türkiye’ye minnettar ve borçlu. Eminim ki Sn. Hükûmete bunu bildirmiştir.

Ankara’nın kazandığı ikinci teşekkür borcu, o da Atina’dan ve Güney Kıbrıs’tan. Denktaş’ı 40 yıldır uzaklaştıramıyorduk. Siz yaptınız, teşekkür ederiz. Enosis için bu kadar uğraştık, siyasî pek beceremedik, ama siz yardımcı oluyorsunuz. Enosisin de önünü açmış oluyorsunuz, bundan dolayı da, size teşekkür borçluyuz.!

Şimdi galiba bir üçüncü teşekkür daha var. O da 24.04.2005 tarihinde Sayın Başbakan, bütün HRİSTİYAN dünyasını bize karşı ayaklandıran ve bir nevi HAÇLI tecavüzü hâline dönüştüren Ermenistan’la bir gazetede çıkan beyanıyla “siyasî işbirliğine girebiliriz” dedi. Demek ki yakında bir teşekkür de oradan gelecek.

Bunları yan yana koyduğumuz zaman, bugünkü dış ilişkilerin başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Türkiye bugünkü hâliyle kim ne isterse verme durumuna geldi.

Kimin hesabından veriyorsunuz? KIBRIS BİR VATAN PARÇASIDIR. VATAN PARÇASI VERİLMEZ. Vatan parçasını verirseniz, başka bir parça isterler.

Kıbrıs’ı verdiniz, yarın EGE önünüze gelecek ve nitekim çok yüksek bir makamda bulunan bir zat bu konuda da doğrusu yapılmaması gereken büyük bir hata işledi. 12 mil konusunda Atina’ya âdeta ne bekliyorsunuz, ilân edin, meclisin aldığı karar geçerli değil demeye getirdi. O karara esas olan önergeyi de ben sunmuştum. Siyasî partilerin mutabakatını ve imzalarını alarak ve Hükûmetin de desteği ile Meclise sunmuştum. İttifakla da kabul edilmiştir.

Bugün TBMM Sn. Başkanı böyle bir kararın, hukukî değeri hakkında bir başka beyanda daha bulundular. Parlamenter diplomasi, yani devletin, icranın bir diplomasisi bir de parlamentonun paralel bir diplomasisi var. Bu da kabul etmek lâzım ki devlet devamlılığı ve işbirliği hatta ciddiye tiyle bağdaşır bir davranış ve tavır değil. Türkiye bugün tamamıyla Amerika’dan kopmuş, AB’nin tarafına oturmuş ki, onun da sonu belli değil. Neden belli değil? Çünkü her gün yeni bir şart getiriyor. Kıbrısı vereceksiniz. Arkadan EGE’yi vereceksiniz, arkadan PONTUS’u getirecek, şimdiden işaretini veriyor.

İstanbul’un 220 milyonluk dünya Ortadokslarının ikinci Vatikanı olması, EKÜMENİK başkent olması ki 26.04.2005 tarihinde Lüksemburg’da yapılan ortaklık konseyinin gündemine ruhban okulunu koydular. Ermeni iddialarını koydular, yani AB yavaş yavaş sadece Kıbrıs’la iktifa etmiyor. Dinî cephesini alıyor. Ermeni iddialarını alıyor ki, çok gariptir, meselâ Belçika Parlamentosu ve şimdi Fransız Parlamentosu soykırıma karşı çıkmayı bile suç hâline getirdiler.

MG- İsviçre’de bir kantonun aldığı mahkeme kararı ile Türk Tarih Kurumu Başkanımızın orada yaptığı bir ilmî konuşmadan dolayı mahkûm edilmek istendiğini biliyoruz.

Kİ- Bu işte o kadar ileri gidiyorlar ki, Sn. CHİRAC’ın beyanı vardı. “Müzakere süreci içinde Türkiye, Ermeni iddialarını kabul etmek zorundadır. Aksi takdirde tam üye olamaz” dedi.

Fransız muhalefet lideri Sosyalist Partisi lideri Fransuva da yeni bir iddiada bulundu. “Ermeni iddiaları kabul edilmedikçe Türkiye’nin AB içinde yer alması düşünülemez” dedi ve sözünü ettiğim kanun teklifini de meclise sunan o Fransa 18 Ocak 2001’de Ermeni iddialarını, dünyada kanuna bağlıyan tek memleket durumunda.

Onun arkasından 8 Mart 2001’de SEVR anlaşması ki 10 Ağustos 1920’de imzalanmıştır. Onun imzalandığı binanın önünde Fransızlar ERMENİ anıtı diktiler.

Türkiye bütün bunların karşısında sessiz sedasız. Devlete karşı yapılan saygısızlıkları hatırlarsınız, Chirac 2002 Kopenhag zirvesinde “Türkler biraz medenî ve nazik olmasını öğrenmelidirler” dedi. Bu çok büyük hakarete karşı Hükûmetten en ufak bir tepki yok.

Sn. Chirac 17 Aralık 2004 Brüksel zirvesinde Başbakanımıza randevu vermedi, elini sıkmadı. Gene bir tepki yok. 26 Ekim 2004 Berlin’de üçlü toplandı. Türkiye Cumhuriyeti 3,5 milyar dolarlık çek götürdü. Sırf Amerika’ya nazire olsun diye. Güya AB’ye yakınlık işareti olacak. Peki, bunun sonunda ne öngörülüyordu? Üçlü basın konferansı. Fransız devlet Başkanı bunu da iptal etti. Türkiye’den yine çıt yok.

Batı dünyası için, Avrupa için bundan daha müsait bir ortam hiçbir zaman olamaz.

Çocukken okulda bize, Düyun-ı Umûmiye, kapitülâsyonlar, 1838 Baltalimanı Anlaşmasıyla teslimiyet öğretiliyordu. Şimdi onun çok ötesine geçtik, Atatürk’ün kurduğu 82 yaşındaki Büyük CUMHURİYETin malî (ekonomik) politikası, Milletlerarası Para Fonu =IMF’nin emrinde, hatta tümüyle.

O derece ki, bir ili teşvik tedbirleri içine almayı, onlara soracaksınız. Kanun yapmak ve o kanunların yargıya intikali de, Brüksel’in AB’nin denetimi (kontrolu) altında.

Bize egemenlik olarak ne kaldı? HİÇ. Tamamıyla bir teslimiyet içerisinde, dışarıdan yönetilen bir devlet durumuna girdik. BU ÇOK AĞIR BİR TAVIR!

Fransa, anayasasında değişiklik yaptı. İşi şansa bırakmadı, ilerdeki iktidarlar şu veya bu şekilde düşünebilir endişesi ile anayasasında değişiklik yaparak Türkiye’nin tam üyeliği halinde bunu referanduma götürdü. AB anayasası kampanyası da tamamıyle Türkiye üzerine tesis edilip kuruldu.

Türk düşmanlığıyla şöhret yapmaya çalışan bir Fransız milletvekilinin beyanı oldu, Başkan Chirac 29 Mayıs tarihini kasden seçti, çünkü 29 Mayıs onun deyimiyle Türklerin İstanbul’u (Konstantinopolis) işgal tarihidir, Başkan Chirac “Bu suretle referandumla Türkiye arasında bağ kurulmuş oldu” dedi.

Aslında Fransızlar, Türklere karşı, Türkiye’ye karşı düşmanlıkta Yunanistan’la yarış hâlindedirler. Hangimiz daha çok Türkiye’ye düşmanlık yapacağız?

Türkiye ise böyle mütebessim, hayranlık içerisinde, elpençe divan.

Bütün gelen bu saygısızlıklar, hakaretler, taviz talepleri, HERŞEYİ VER KURTUL, bunun sonu yok. Bu hâliyle benim büyük endişem Avrupa bizi sıkıştıra sıkıştıra, taksit taksit SEVR’e doğru götürüyor.

MG- Yeni bir Cumhurbaşkanıyla yoluna devam edecek olan KKTC’nin geleceği konusunda düşünceleriniz nedir?

Kİ- Çok üzülerek söyleyeyim. Kıbrıs için ENOSİS’in (Kuzey Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması) önü açılmıştır. Kuzey Kıbrıs gözlerimizin önünde elden gitmektedir. Hükûmet bunu arzulamaktadır, teşvik etmektedir. VER KURTULCU BİR DAVRANIŞ İÇİNDE BULUNMAKTADIR, Kıbrıs’ın ne önemi var diye yazanlar oldu.

“Bu teknolojik dönemde, stratejik önemi mi olur” diyenler oldu.

Çok daha acısı şimdiki değil ama, birkaç sene önceki, TUSİAD Başkanının bir açıklaması oldu: “Kıbrıs stratejik bakımdan önemli olabilir, ama 65 milyon TÜRK’ün geleceğinin ve refahının yolunu tıkamaya da değmez, Avrupa yolunu tıkamaya değmez”

Çok gariptir, bizde MiLLÎ DUYGULAR zayıfladı. VATAN TOPRAĞINA bağlılık zayıfladı.

Hatta içimizde “Kıbrıs’ı satalım” diyenler bile çıkmaya başladı. Üzülerek söylüyorum, geldiğimiz noktadan sonra KIBRIS ELDEN GiDiYOR.

Aslında Güney Kıbrıs’ın AB’ ye alınması devletler hukukuna aykırıdır. Londra ve Zurich anlaşmalarında bunlar onaylanmıştır. Buna rağmen AB dedi ki, kararımız hukukî değil siyasîdir. Yani bunlar “(Rumlar) bizim dinimizdendir, bizim kültürümüzdendir, bizim ırkımızdandır. Bunun için alacağız” dedi. Ankara ses çıkarmadı. Hatta Ankara daha vahim bir hata işledi 1.3.1995 tarihinde zamanın Dışişleri Bakanı bir beyanda bulundu , “Kıbrıs’ın AB’ye girmesine karşı değiliz” demek hatasını etti. Arkasından 10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesinde AB bize son senelerin en büyük tuzağını kurdu.

Türkiye’ye aday adaylığı karşılığı KIBRIS ve EGE ÖNŞARTINI KABUL ETTiRDi.

Bütün çırpınmamıza , uyarılarımıza rağmen Sn. Hükûmet “içerde sıkıntıda bulunduğunu, bir gösterişe (ŞOVA), ihtiyacı olduğunu” söyledi. Kalktı gitti. Bu önşartları kabul etti.

Aynı Hükûmetin Başbakanı bir sene sonra demez mi ki “ALDATILDIK” Tabii aldatılırsınız. AB’nin hedefi o. AB’nin hedefi SİZİ TUZAĞA DÜŞÜRMEK.

Ondan sonraki her toplantıda Türkiye’nin tam üyeliği bir tarafa bırakılıp Kıbrıs… Kıbrıs…Kıbrıs konuşuluyor. Bugün Hükûmet büyük bir sıkıntıda.

Güney Kıbrıs’ı tanımak anlamına gelecek GÜMRÜK ANLAŞMASI (protokolünün) bunlara teşmili, bunu geciktiriyor.

Yeni Kuzey Kıbrıs yönetiminin Güney Kıbrıs’la birleşme yolundaki tasarımlarını (plânları). bunlara yaptırmak istiyor. Yani Kuzey Kıbrıs’ın elden gitme sorumluluğunu Ankara, Kuzey Kıbrıs’taki yönetime yüklemek istiyor.

Sonunda dönüp kendi milletine diyecek ki “Ne yapalım, orası bağımsız bir devlet, kararını böyle aldı”.

1 Mart tezkeresinde olduğu gibi, kararı alıyor, TBMM’ne sevk ediyor, sonra 11 Bakan, Başbakan Yardımcısı, Meclis Başkanı karşı çıkıyor. Aleyhte oluyor. Sonra Amerika’ya diyor ki “DEMOKRASİ VAR, Meclis (parlâmento) böyle karar aldı” Bunu çocuklara anlatmak lâzım. Sn. Hükûmetin bir özelliği var. Dünyada kendini en kurnaz ve en akıllı sanıyor, diğerlerinin ise hiçbir seyden haberi yok. Her şeyi kabul ettirebilirsiniz.

Bu asırda, çok tarihî eski bir şark düşünce tarzıdır. Ben herkesi idare edebilirim!

Sonunda yalnız kalırsınız. Şimdiki hâl böyle. Çok da üzücü oluyor. Onu da kabul etmek lâzım.

Dışarda Türkiye’nin sergilediği manzara çok rahatsız edici. 22 Şubat’ta Brüksel’de NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması) zirvesi yapıldı, Sn. Bush’un 2. seçilişinden sonra ilk Avrupa teması. Orada görüşülen konuların büyük ağırlığı ORTADOĞU ile ilgiliydi. Türkiye’nin 1 numaralı söz sahibi olması lâzımdı. Sözü bile geçmedi. NİYE?

Türkiye bir defa hazırlıksız gitti. 21 Şubat’ta Başbakan Gaziantep’te açılış töreninde, 22 Şubat’ta ZİRVE yapacak. Bu olacak iş değil.

Zirve sonunda Sn. Bush’la görüşmek istedi, randevu alamadı, sadece ayak üstü konuştu.

Dikkat ederseniz Sn. Bush da çok acı bir bildiri (mesaj) verdi. “Sizinle ciddî bir konuyu konuşmam” Çoluk çocuk meselesini açtı.

Bunu da maalesef bizim basın yayınımız (medyamız) ve muhatapları, çok yanlış tefsir etti.

“Çok sıcak bir şey, bakın çocuklarının bile durumunu soruyor” Bunlar gayri ciddî yaklaşımlardır. Aslında Türkiye’de devlet idaresi çöktü. Devletin kavgası veriliyor.

Üzülerek söyleyeyim devlet sahipsiz kaldı. Herkes bugün bizim kafamıza vuruyor. Fransızların Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminden kalma bir ifadesi var. TüRK KAFASI. Her gelen gidenin vurduğu. Cumhuriyetten sonra bu kafa yukarı kalktı. BAŞIMIZ DiKTi. Şimdi yine TüRK kafası oldu. Her gelen kafamıza vuruyor 1000 yıl Avrupa dengelerine hâkim olmuşuz, Avrupa’yı bir bakıma titretmişiz. Karadeniz’i kapalı göl hâline getirmişiz, Akdeniz’in 2/3 üne hâkim olmuşuz, Okyanusa çıkmışız, İzlanda’ya kadar gitmişiz. Avrupa şimdi bunun intikamını alıyor.

Yeni seçilen PAPA Ratzinger’in, geçen sene kardinal olarak bir beyanı oldu. Avrupa coğrafî bir terim değil, bir kültür sahasıdır ve Hristiyan kültürüdür. Bu kültür içinde Müslüman Türkiye’nin yeri yoktur, kaldı ki diyor, asırlarca içerimize kadar ilerleyip de bize tecavüz eden Türkleri bugün Avrupa bütünlüğü içine mi alacağız?

Bunu söyleyen PAPA. Bu sözden daha önce, başka bir söz söylendi VERHEUGEN, AB’nin Türkiye için tayin ettiği âdeta MÜSTEMLEKE yüksek komiseri durumundaki zat: “Türkler sonunda Vatikan’ı da ikna etmek durumunda kalacaklar”. Pekiyi nasıl ikna edeceğiz? Haşa diz çöküp de, din mi değiştireceğiz?

Türkiye bütün bu söylenenleri (mesajları) görmemezlikten geliyor. Düşünebiliyor musunuz ?

Dünyada bir iSLAM – HRiSTİYAN gerginliği var. Medeniyetler çatışması yükselişe geçmiş vaziyette. Böyle bir ortamda AB Hristiyan dünyası içindeki, 15-20 milyon kendi vatandaşı olan Avrupa’daki MÜSLÜMANLARA tahammül edemeyenler, kalkacak da 70 milyon, yarın 80-90 milyonluk Müslüman TüRKiYE’yi kendi aralarına alacaklar?

Bunun akıl ve mantıkta yeri var mı? 1918’de İngiliz Başbakanı diyordu ki “Türkleri Anadolu’dan da çıkaracağız.” 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar bu düşünce ile İzmir’e çıkarma yaptılar. Bu kuvvetlerin aslında Türklere karşı son Haçlı seferleri İstanbul’u istilâları oldu.

Yalnız bir yerde atladılar. Ondan 4 gün sonra 19 Mayıs’ta Atatürk’ün Samsun’a çıkışı. Ondan sonra milletin ayağa kalkıp, Yunanlıları 1922’de çıkarma yaptıkları denize bu sefer dökmesi hâdisesi. O zaman bir Atatürk vardı. Bugün ise Türkiye’de bir devlet adamı yok.

MG- Çok haklısınız. Tecrübeli olan dışişleri veya Türkiye’deki yetişmiş elemanlara da danışan bir hükûmet yok.

Kİ- Bunlar kapalı devre çalışıyor. Bunlar aslında kendi partileriyle, grubuyla da danışmıyor. Partinin ileri gelen bazı elemanlarıyla konuşuyorum, diyorlar ki, bu konular Türkiye’ye zarar veriyor, devlete zarar veriyor. “Bizim de haberimiz yok” diyorlar.

Sayın Başbakanın etrafında 3-4 kişiden ibaret bir ekip. Bunlar dünyanın her konusunu biz biliriz, herkesin üstündeyiz, iddiası içindeler. Ne dünyayı ne dosyaları tanıyorlar. Bir ifade vardır. Bizim rahmete giden büyükelçimizin bir sözü vardır. “Dünyanın en mütehassıs doktorunu Hotantoluların arasına gönderin, derdini anlatana kadar adamı yerler.”

Bizimkiler dil bilmeden “Bush’la görüştüm efendim.” Peki anladık da, nasıl görüştünüz? Nasıl oluyor bu işler? Dilini bilmek lâzım, dilini bilmek yetmez. Konuları bilmek lâzım. Karşınızdakinin zaafını bilmek lâzım.

Avrupa-Türkiye ilişkilerini bilmiyor. Tarihi önüne koymazsanız hata işlemeye mahkûmsunuz. Şimdi bizim yaptığımız, sırtımızı tarihimize çevirip, yüzümüzü Avrupa’ya dönerek görüşüyoruz.

Avrupa ise önüne tarihi koyarak bizimle görüşüyor. 1992-1995’de Balkanlarda 280 bin Boşnak’ı katlettiler. Neden? Balkanlardaki islâmı sileceğiz diye. Peki, bunu yapan Avrupa kalkacak da 70 milyon, 80 milyon Türkiye’yi AB içine mi alacak?

Eski Alman Başbakanı Helmut Schmidt “Bu mümkün değil, bu düşünülemez” diyor. Eski Fransız Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing “AB’nin sonu olur” diyor. Bir başkası “Türkiye’ye karşı niye riyakâr davranılıyor. Hiçbiri Türkleri istemiyor” diyor.

Ama herkes oyalıyor. Neden oyalıyor? Çünkü 45 senedir bekledi. Taviz taviz üzerine verdi. Daha 15-20 sene müzakere var, ver taviz, ver taviz, ver taviz. Sonunda “da kusura bakmayın sizi alamayacağız.” diyecekler.

Bu arada ne yapacaklar? Türkiye’yi bölecekler. Çünkü, bugünkü 70 milyon yarın 80-100 milyonluk bir Türkiye, bulunduğu bölgede, yerde ve bir dünya enerji terminalı hâline gelmesiyle AB’yi tehdit eder hâle gelecek.

Türkiye’nin nüfus unsuru, demografik yapısı, Avrupa’da bir tehdit unsuru olarak görülüyor. Türkiye’yi küçültmek istiyorlar.

Fransızlar senelerce ASALA’ya, terör örgütüne destek vermediler mi? Asala’nın avukatlığını yapan DEVECİYAN bugün Fransız Hükûmetinde Sanayi Bakanı, Almanlar, uğruna İmparatorluğumuzu kaybettik. NATO üyesi olan Almanya, Türkiye’nin bütünlüğüne kasteden terör teşkilâtlarını senelerce barındırıp da, siyasî ve maddî destek vermedi mi? Verdi.. Güya bunlar NATO ülkesi, bizim toprak bütünlüğümüzü taahhüt altına almış ülkeler.

Türkiye bu meseleleri hiç konuşmuyor. NATO konseyi’ne, hiçbir yere götürmüyor. Avrupa tam bir rahatlık içinde, tarihte biriktirdiği içindeki intikamı gayet ustalıkla bazı yerlerde anastezi bile yapmadan, bazı yerlerde narkoz kullanarak, gayet güzel operasyonlar yapıyor.

İşin acı tarafı karşı tarafa başarı gösteremeyenler, karşı tarafı ikna edemeyenler, millî menfaatleri savunamayanlar kendi toplumunu iknada kolaylık buluyorlar. Medya da hükûmetin emrinde hazır, büyük başarı olarak yansıtıyorlar.

Öyle bir hava yaratıldı ki, Türkiye’de millî menfaat lâfını etmek suç olmaya başladı. Kıbrıs millî dâvası dersen AB’ye karşı, Türk menfaatlarına karşı oluyorsun. Bu hâle getirdiler. İşin sonunda çok acı bir tablo var. Türkiye’de en zayıf lobi Türk lobisidir.

Türk muhipleri azalıyor, Yunan muhipleri yükselişe geçiyor. Bir Avrupa kompleksi içerisinde kıvranan insanlarımız var. Bu yakışmaz. Kendimize saygıyı kayıp ettik, bir de tarihimize bakın 1720’de Paris’e giden ilk Osmanlı daimî Büyükelçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, Paris’e varınca saraya haber gönderiyor. “Eğer beni törenlere davet edecekseniz bilin ki, ben sadece Kralın yanında oturmayı kabul ederim. Zira ben Bâbıâli’nin sefiriyim” diyor.

Oradan geliyorsunuz, bugünkü Türkiye, Amerikan gazetesinde, 16 Şubat’ta çıktı: “Avrupa’nın yeniden hasta adamı”. 1999’de IMF Dünya Para Fonunun 2. Başkanı Stanley Fichher diyor ki “Türkiye bu borçla, bu faizle yaşamaya devam edemez, bunalıma mahkûmdur. Türkiye hasta adamdır”.

İnsaf buyurun, 82 yıl çok şükür, savaş görmemiş, bu kadar zengin insan ve tabiat kaynakları bulunan bir memleketi kötü yönetimlerle bugünki hâlimizle hasta adam tablosuna oturttuk. Bu affedilir bir iş değildir.

MG- Bunda herhalde Türkiye’deki başta olan yöneticilerin de hataları var.

Kİ- Kendi eserleri zaten.

MG- Düşünün, bir yerde dıştaki işbirlikçiler. Diyelim ki Haçlı seferlerini 200 yıl evvel, misyoner okullarıyla bütün Osmanlı camiasında açtıkları okullardan yetişenlerle, Türkiye’yi bu hâle getirdiler, yani Türkiye kalesi içten feth edildi.

Kİ- İçten çökertme ifadesi, bu MAKYAVEL’indir. İtalyan meşhur siyaset bilimcisinin bir sözü var. “Türk milletini, ırkını dışardan işgal etmeye kalkmayın, köşeye sıkışmış kaplan gibi sizi mahveder. Ama içeriden ele geçirirseniz her istediğinizi yaparsınız.”

O gün bugün yabancılar bizi içerden vuruyor. Kendi kanımızla. Çok acıdır dünyada kendi içinde en çok hain çıkaran, yetiştiren ülke Türkiye’dir. Devlet, hiyanete pirim veriyor. Ben bütün hayatım boyunca bunu yaşadım. Sadakatte çok israr ederseniz, ayağınızdan, kafanızdan keserler. Ama hiyanetin dozunu yüksek tutarsanız çok makbulsunuzdur. Her türlü makamlar önünüze açıktır. Neden? Çünkü, dış menfaat cevreleri sizi destekler. Onların beslediği bazı çevreler size merdiven tutar, size basamak olur, sizi yukarılara çıkarır. Bu çok acıdır.

MG- Irak’ta olanlar Türkiye’yi nasıl etkiler? Son seçimlerden sonra, dediğiniz gibi Reisicumhur Türkiye’nin yardımı ile oldu. Şimdi bunlar orada devlet, Kürdistan’ı kuracaklar.

Kİ- Türkiye kendi eli ve hatasıyla Irak ve Ortadoğu’daki etkinliğini sıfıra indirdi. Dikkat ederseniz, Ankara’ya gelen Amerika Savunma Bakan Yardımcısı, Ankara kendisine KERKÜK meselesini açınca cevabı, “IRAK’ın iç işidir, siz artık karışamazsınız.” oldu.

Dikkat buyurursanız 16 Ocak 1999’da Nairobi’de terörist başını paket edip Türkiye’ye teslim eden Amerika’dır. Bugünse Kuzey IRAK’taki PKK’ya dokunmayan yine Amerika’dır. Niye? 1 Mart’ta Türkiye, Amerikan prestijini, otoritesini kırdı.

Haftalarca pazarlık yap, anlaşmaları paraf et, son noktaya getir, Amerika’dan heyetler gelsin, malzemeler gelsin, gemiler gelsin. Son noktada bir ayak oyunuyla kırmızı ışık yak. Bu onun faturası, dikkat edin, 8 Şubat 2005 Şarm el Şeyh’te İsrail-Filistin zirvesi oldu. Mısır var. Ürdün var, Türkiye yok. 1 Mart 2005 Londra’da İngiltere ev sahipliğinde Ortadoğu Konferansı oldu. Herkes davetli, Türkiye değil. Amerika Türkiye’yi çıkardı. Eskiden Amerika’nın Ortadoğu stratejisinde İsrail artı Türkiye vardı. Türkiye’nin Amerika’daki kodu aşağı yukarı İngiltere ile eşit seviyede idi.

1 Mart 2003 vakasından sonra Amerikanın Ortadoğu stratejisi İsrail artı Büyük Kürdistan oldu. Türkiye’yi gelecekte, ileride etkileyecektir.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -