Ana Sayfa 1998-2012 Devlet babadır, vatan anadır, millet çocukları

Devlet babadır, vatan anadır, millet çocukları

19 MAYIS 1919’da başlayan TÜRK MİLLETİNİN istiklâl mücadelesi 23 NİSAN 1920’de Ankara’da TBMM’nın açılması ile İSTİKLÂL SAVAŞI’NI başlatmış ve 29 EKİM 1923’de TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’Nİ kurmuştur . Devletimizin anayasasındaki değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez ana esasları TEK BAŞKENT, TEK MİLLÎ MARŞ, TEK BAYRAK, TEK MİLLET, TEK VATAN, TEK DEVLET’TİR. Çünkü tarihinden aldığı şuurla Türk milleti bilir ki, DEVLET BABADIR, VATAN ANADIR ve MİLLET DE COCUKLARIDIR. Bu esaslardan hiçbir sapmanın olmadığı ilk 19 yıllık dönem 10 Kasım 1938’e kadar sürmüştür. Bu dönemde Türk milletinin devleti babası, vatanı anası gibi olmuş ve milyonlarca genç yetiştirilip Türk milletine kazandırılmıştır. ATATÜRK döneminin daima dik duran o şahsiyetli ruh yapısını anlamak için aşağıda verilen örnekler yeterlidir.

- Reklam -

* 6 Mart 1922’de Atatürk’ün “Efendiler, Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenîleşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi.

Halbuki, hangi istiklâl vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin plânlarıyla yükselebilsin?.. Tarih böyle bir hâdiseyi kaydetmemiştir!..

*1927’de yazdığı Nutuk’ta “Temel ilke, Türk milletinin onurlu ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet, medenî insanlık önünde uşaklıktan öte bir gözle görülmeye lâyık olamaz. Oysa Türk milletinin onur ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm. İşte, gerçek istiklâli isteyenlerin parolası bu olacaktır.”

29 Ekim 1930 tarihinde Ankara’da yapılan Cumhuriyet Bayramı kutlamaları şerefine Türk Ocağı Genel Merkez binasında yapılan toplantıda Amerikalı bayan gazeteci Miss Ring’in “Türkiye ne zaman batılılaşacak” sorusuna Atatürk’ün verdiği müthiş cevap bugün dahi bazı kendini bilmez suratlarda patlayan tokattır. Atatürk gazeteciye cevabında der ki:

“TÜRKİYE BİR MAYMUN DEĞİLDİR. HİÇBİR MİLLETİ TAKLİT ETMEYECEKTİR. TÜRKİYE NE AMERİKANLAŞACAK, NE BATILILAŞACAKTIR. O, SADECE ÖZLEŞECEKTİR.”

(Bu konu için Orkun dergisi Mart 2002 deki yazıma bakınız)

- Reklam -

1932’de Milletler Cemiyeti yani bugünün Birleşmiş Milletleri, Türkiye’nin de kendilerine üye olması için müracaat etmesini istediğinde Türk devletinin başbuğu Atatürk der ki, “Niye biz müracaat edelim, onlar bizi davet etsinler. Bakanlar Kurulu’nda görüşelim, uygun görürsek üye oluruz.” Öyle de olur. 6 Temmuz 1932 tarihinde 43 üyenin oybirliği ve alkışları ile Türkiye üyeliğe davet edilir. Türk devleti bu daveti görüşür, uygun görür ve üyeliği kabul ettiğini 19 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyeti’ne bildirir. Türkiye daha sonraki yıllarda da Milletler Cemiyetinde 1934’de Afganistan Müracaatını inceleyen heyet başkanlığını, 1934-1936’da konsey üyeliğini ve 1937’da Genel Kurul Başkanlığını yapmıştır.

10 Kasım 1938- 13 Ekim 1963 arasındaki 25 yıl İnönü ile başlayan, 1950-1960 arası DP iktidarı ile devam eden ve yine 1962-1965’de İnönü’nün başbakanlığı sırasında biten bir dönemdir. Bu 25 yıllık dönemin özeti kuruluş esaslarının aksine Türk devletinin batının dümen suyuna sokulduğu dönemidir. (Bu konu için Orkun dergisi Kasım 2004 deki “Bursa’da üç genç Kuvay-i Milliye” yazısına bakınız) .

13 Ekim 1963- Ankara Anlaşması ile 17 Aralık 2004 arasında geçen 41 yıllık dönemi “AB için çözülme dönemi” olarak görebiliriz. Ya da TÜRKİYE’NİN sürüklendiği AB eğik düzleminin sonundaki uçuruma doğru düşüş süreci diyebiliriz. Bu çözülme dönemi milletimizin bir kısmında maddî kayıpların yanında millî benlik kaybı şeklinde de olmuştur. Avrupalılaşma, Amerikanlaşma yani kısaca batılılaşmanın sistemli olarak millet üzerinde uygulandığı bir dönemdir. (“Türkiye ve Şeytan Üçgeni” kitabımda bu konu geniş olarak incelenmiştir).

Özetle 2005 öncesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geçmişi Atatürk dönemi (1919-1938), Batı nüfuzunu kabullenme dönemi (1938-1963) ve AB için çözülme dönemi (1963-2004) olarak üçe ayrılırsa önümüzdeki yılların bize getireceklerini daha kolay görebiliriz.

Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte bi gerçekle birlikte yaşamaktayız. Bu bizim tek yanlı değiştirebileceğimiz bir durum değildir. Bu gerçek şudur; Türkiye toprakları üzerinde ERMENİSTAN, İSRAİL ve YUNANİSTAN’IN emelleri vardır. Bu devletlerin Türkiye üzerindeki emellerini önleyecek tek varlık güçlü Türk devletidir. Batı ve onun iç uzantıları bu gerçeği örtmeye ve saptırmaya çalışmaktadırlar. Bu onların Şark Meselesinden kaynaklanan görevleridir. Türk milletine bu gerçekleri göstermek de Türk aydınının kendi tarih şuurundan aldığı görevidir, her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar bu görev yapılacaktır.

- Reklam -

Ermenistan Parlamentosunda 23 Ağustos 1990 yılında yayınlanan, Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi kararının 11. maddesinde Türkiye’nin “Doğu Anadolu Bölgesi” işgal edilmiş Ermeni toprakları olarak kabul edilmektedir.

Ayrıca aynı bildirgede sözde “Ermeni soykırımının” uluslararası alanda tanınması istenmektedir.

Ermeni Anayasası’nın 13. maddesinin 2. paragrafında, Ermeni Devlet Armasında Ağrı Dağı’nın da bulunduğu kayıtlıdır.

Ermenistan ayrıca bütün bunların üstüne Türkiye ile arasındaki sınırı belirleyen 1920 tarihli Gümrü ve 1921 tarihli Kars Anlaşmasını da tanımamaktadır .

Ermeni Devleti’nin bu düşmanca talepleri ortada iken Ermenistan’ı 16 Aralık 1991’de ilk tanıyan devletlerden birisi de Türkiye’dir.

1992 de Azerbaycan’a saldırması öncesi Türkiye Ermenistan’a 100 ton buğday yardımında da bulunmuştur.

Türkiye tarafından tamamen iyi niyetlerle kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne kurucu üye olarak Ermenistan da davet edilmiştir.

Ermenistan’ın Azerbaycan’a saldırması, binlerce Azerî’yi katletmesi, 25 Şubat 1992’de Hocalı vahşetini yapması, Lacin, Kelbecer, Agdam, Fizuli, Kubatlı, Zengilan bölgelerinden 1 Milyon Azerî’yi sürgün (kaçkın) etmesi ve Azerbaycan’ın topraklarının % 25’ni işgali sonucunda Türkiye ilişkileri dondurmuştur.

Ermeni terör örgütü ASALA 1975 sonrasında 37 Türk diplomatını katletmişti. ASALA kuruluşunun 25. yılında 25 Ocak 2000’de Ermenistan’ın başşehri Erivan’da yaptığı toplantıda Ermeni topraklarını geri almak için mücadeleye devam kararı almıştır.

Ermenistan’daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye’nin 12 ili Ermeni toprağı olarak gösterilmektedir.

Ermenistan millî marşında “topraklarımız işgal altında, bu toprakları kurtarmak için ölün, öldürün” denilmektedir.

Ermenistan’ın Türkiye’ye karşı 4 T olarak özetlenen ana siyaseti Tanıtım, Tanınma, Tazminat ve Toprak aynen yürütülüyor. (http://www.Ermeniteroru.com/)

Demokrasi ve insan hakları şampiyonu AB nin!!! ilerleme raporlarında, AB parlamentosu kararlarında ve tam üyelik görüşmeleri için şart olarak öne sürdüğü, Türkiye’ye aç dediği “Ermenistan kapısı” arkasındaki Ermenistan işte budur!!!

İsrail bir din devletidir ve Tevrat’ta Arz-ı Mev-ud denilen vaat edilen topraklar içinde Türkiye toprakları da vardır. İstanbul’a gelerek Osmanlı’nın dış borçlarının tamamının ödenmesine karşılık Abdülhamit’ten Yahudiler için Filistin topraklarını istemiş olan Teodor Hertz çok ünlüdür. Teodor Hertz’in yıllarca bu çalışmalarının yayın organı olarak kullandığı gazetesi DİE WELT dir. İsviçre’nin Basel şehrinde çıkarttığı 29 Ağustos 1903 tarihli bu gazetesinin başlığındaki siyon yıldızının içindeki haritada Anadolu toprakları da vardır. (www.wzo.org.il/home/movement/uganda1.htm)

Şu andaki İsrail Başbakanı Ariel Şaron 1981 de İsrail Savunma Bakanı iken verdiği beyanatta “Stratejik çıkarlarımızı ilgilendiren bölgeler 80’li yıllarda artık Arap Ülkelerinden öte, Akdeniz kıyılarını, Türkiye’yi … kapsamaktadır.” derken Tevrat anlayışını aynen günümüze taşımaktadır.

GAP bölgesi başta olmak üzere tüm güneydoğuda toprak alımları ve Urfa Harran’da hahamların “Yusuf kuyusu” diye adlandırdıkları bölgede dualı geziler yapmaları bugünlerin yaşanan en sıcak olaylarıdır, bütün bunlar olurken, 5 Ekim 2004 tarihli 25604 sayılı Resmî Gazetede yayınlanan İsrail ve Türkiye arasındaki “Milletlerarası Anlaşma” nın içeriği özetle Konya Ovası Projesi (KOP) ve GAP projeleriyle İsrail’in ilgilenmesi konusudur!!! Meselâ;

12. Madde: İsrail tarafı, İsrail firmalarının ilgilendikleri GAP projelerinin 2005 yılı bütçesinde uygulanmaya konulmasını Türk yetkililerden talep etmiştir.

13. Madde: Türk tarafı, Orta Anadolu’da yürütülen Konya Ovası Projesinin (KOP) önemini vurgulayarak, su kaynaklarının geliştirilmesi alanında işbirliği imkânlarını değerlendirmek için ortak çalışma önermiştir…

Ayrıca 6 Ekim 2004 tarihinde açıklanan AB İlerleme Raporunda Türkiye’deki Dicle ve Fırat havzalarındaki barajların ve sulama tesislerinin İsrail’inde içinde olacağı bir uluslararası yönetime verilmesinden bahsedilmesi bu konuda çok dikkatli olmamızı gerektiren yazılı belgelerdir.

Yunanistan cephesine gelince, Yunanistan Meclisi aşağıdaki kararları oybirliği ile almıştır.

– “19 Mayıs günü Pontus Soykırım Günü” kararı 24 Şubat 1994 alındı.

– “25 Nisan günü Ermeni Soykırım Günü” kararı 25 Nisan 1996 alındı.

– “14 Eylül günü Küçük Asya Soykırım Günü” kararı 25 Ağustos 1999 alındı.

Güney Kıbrıs Rum Meclisinde “14 Eylül Küçük Asya Soykırım Günü” kararı 5 Aralık 2003 de 3778 sayılı yasanın oybirliği ile alındı . Bu yasada:

“14 Eylül 1922 tarihi Türkler tarafından katledilen Yunanlıların tarihsel anısı olarak belirtilmekte ve kabul edilmektedir. Kıbrıs Yunanlılığın kopmaz bir parçası olarak Türk boyunduruğunun aynı duygularını hissetmektedir. Yunanlıların bu anısına saygı duyarak aynı acı hissedilmektedir.” denilmektedir.

Güney Kıbrıs Rum Meclisi’nin bu kararı 11 Aralık 2002’de Türkiye’nin önüne konulan Annan Planından bir yıl sonra 5 Aralık 2003 olması da Rum’un gerçek yüzünü göstermektedir!.. Yunan ve Rum taraflarının meclis kararları birer yazılı toprak talebi olarak ortada iken bu konuda başka söze ihtiyaç yoktur.

Türkiye’nin üç köşesindeki üç devlet yukarıda özetlenen tutum ve davranışları ile varlığımızı tehdit etmektedirler. Bu üçlünün niyetleri ile örtüşen AB , hep birlikte Türkiye’yi kuşatma altına almışlardır.

AB kuşatması ile Türkiye’nin iç bünyesini de “Kopenhag Ölçütleri” adına parçalama ve bölme esaslı baskılar sürmektedir. Ama kimse bu konuda meselâ Fransa’nın etnik sorunlarını ne yaptığını sormamaktadır. Fransa’da Korsikalılar, kuzeyde Bretanya ve Alsace, güneyde 2 milyonluk Basklar ayrıca Katalan, Brötonlar ve sayıları 5 milyonu bulan Müslümanların azınlık olup olmadığını Fransa’ya soran yoktur! Soran olsa da alacağı cevap “Fransa’da etnik köken araştırması yapmak yasaktır” olacaktır.

17 Aralık 2004 tarihli AB dayatmalarından biri de Türkiye’nin âcil olarak devlet bankaları olan Ziraat, Vakıflar ve Emlak bankalarının özelleştirmesidir. Yalnız bu bile AB’nin iki yüzlülüğünü, Türk Devleti’ni yok etme niyetlerini göstermeye yeter. Çünkü Fransa’da mevcut devlet bankalarına ilave olarak 6 özel banka daha 1982’de devletleştirildi, İtalya’da, İngiltere’de, Almanya’da devlet bankaları vardır, Yunanistan’da devletin Ziraat Bankası vardır ve bunların hepsi AB üyesi devletlerdir. Artık söylenecek tek şey var “UYAN TÜRKİYEM UYAN”:

Bu gibi kuşatmalardan bizi koruyacak olan milletin ortak iradesinin sonucu kurulan Türk Devletidir. Millî devletin temeli de anayasadır. Anayasada AB için yapılması düşünülen son değişiklik tasarısı incelendiğinde görülür ki, egemenlik, yasama, yürütme, yargı yetkisi AB ye devrediliyor. Bu, Türk devletinin hukuken ortadan kaldırılmasıdır. Anayasa değişiklik tasarısına göre:

6. MADDE: “Egemenlik” maddesine “Egemenliğin kullanılması AB üyeliğinin gerektirdiği haller dışında, hiçbir surette kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını AB üyeliğinin gerektirdiği hâller dışında anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz” ifadesi eklenerek açıkça egemenlik devrediliyor.

7. MADDE: “Yasama yetkisi Türk milleti adına TBMM’nindir”den sonra gelen “bu yetki devredilemez” değiştirilip “AB üyeliğinin gerektirdiği hâller dışında bu yetkinin kullanılması devredilemez” .

8. MADDE: “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara ve AB hukukuna uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”

9. MADDE: “Yargı yetkisi, Türkiye’nin taraf olduğu anlaşma gerekleri saklı kalmak kaydıyla Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”

16 . MADDE: “Temel hak ve hürriyetler AB vatandaşları dışındaki yabancılar için, milletler arası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir.”

38 . MADDE: “Vatandaşlar, usulünce onaylanmış uluslararası anlaşmalar ve AB müktesebatının gerektirdiği hâller dışında, suç sebebiyle yabancı bir ülkeye iade edilemez.”

67. MADDE: “Türkiye’de yaşayan AB vatandaşları yerel seçimlerde; seçme, seçilme, bu amaçla bağımsız olarak veya bir siyasî parti içinde siyasî faaliyette bulunma hakkına sahiptir.”

74. MADDE: “Vatandaşlar” yerine “AB ve Türk vatandaşlar.”

90. MADDE: AB’ye uyum adına 7 Mayıs 2004 “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmaların, kanunların üzerinde olduğu” şeklinde yapılan anayasa değişikliği tekrar değiştirilerek “AB müktesebatı ulusal mevzuatın üzerindedir.” hükmü öngörülüyor.

138. MADDE: “Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, AB müktesebatına dahil kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.”

Şeytan üçgenine alınmış olan Türkiye’ye AB örtüsü altında uygulanan kuşatmanın son yıllarda giderek artması Türk milletini “VATAN KAYBI” ile sonuçlanabilecek noktalara doğru sürüklemektedir. Bu tespitin maddî ayağı AB tam üyelik sürecinde karşı karşıya bulunduğumuz AB kaynaklı olan aşağıdaki şu dayatmalardır.

1- MAASTRİCH ÖLÇÜTLERİNE UYUM DAYATMASI.

2- TARIM DOSYASI DAYATMALARI.

3- SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMINI TANIMA DAYATMASI.

4- AB KAYNAKLI DIŞ TİCARET AÇIĞI DAYATMASI.

Bu dayatmaları kısaca incelersek Türkiye’nin altından kalkamayacağı malî yıkıntıya sürüklenmekte olduğunu açıkça görürüz.

1- Maastricht ölçütlerine AB tam üyelik görüşmeleri sürecinde Türkiye’nin tam uyumu istendiğinden, bu süreçte sadece borçlar konusunda bizi bekleyen şudur; Bugünkü toplam borç tutarımız olan 300 milyar $’ın, Türkiye’nin 250 milyar $ olan GSMH’nın % 60’ı olan 150 milyar $’a indirilmesi gerekecektir. Bu durumda tam üyelik görüşmesinde Türkiye olarak borcumuzun 150 milyar $’lık ana parasının ödenmesi istenmektedir. 300 milyar $ ana borcun yıllık faizini ödemekte zorlanan Türkiye 150 milyar $’ lık ana parayı nasıl ödeyecektir?

2- Tam üyelik görüşmelerinde Türkiye’nin önüne konulacak olan 31 dosyadan sadece birisi olan tarım dosyası özetle % 35 olan tarım nüfusunun yani kabaca 25 milyon bu sektörde çalışan insanlarımızın toplam nüfus içindeki sayısının % 5’e indirilmesi ile 20 milyona yakın yeni işsizler ordusu meydana gelecektir.

20 milyon yeni işsize iş yaratmanın parasal karşılığı kişi başına 20.000 $’dan kabaca 400 milyar $’dır.

Bu paranın AB tarafından hiçbir şekilde Türkiye’ye verilmeyeceği AB belgelerinde varken, üstelik mevcut issiz sayımız da 13,5 milyon olduğuna göre sadece tarım dosyasının getireceği ilâve 20 milyon işsiz ile ulaşılacak 30 milyon işsiz sayısı ülke olarak altından kalkılacak bir durum değildir. Tek başına bu olay dahi Türkiye’yi yıkıma götürecek boyuttadır.

3- AB’ne tam üyelik sürecinde dayatmalara boyun eğilip eğer bir de “sözde Ermeni soykırımı” konusunda ödün verilirse bu olayın sonucunda Ermenilerin tazminat talepleri karşılığında Doğu Anadolu’dan toprak isteyecekleri açıkça ortadadır.

4- 2004 yılında ihracat gelirleri 64 milyar $, ithalat gideri 94 milyar $ olarak gerçekleşmiştir, yani ekonomimiz yılda 30 milyar $ dış ticaret açığı vermektedir. Bu dış ticaret açığının büyük çoğunluğu AB ile yapılan Gümrük Birliği kaynaklı olarak her geçen yıl kartopu gibi büyüyerek millî ekonomimize zarar vermektedir.

Bu dört kalemdeki toplam ekonomik yıkım Türkiye olarak göğüslenecek bir yük değildir. Böylesi büyük bir ekonomik yıkım Türk milletine sonuçta devletin ve vatan topraklarının kaybını getirir.

Sonuç olarak Türk milletinin evlâtları olarak bizler AB sürecine artık dur deme zamanının geldiğini görmeliyiz. Aksi hâlde devletimizi kaybetmekte olduğumuzu artık bilelim. Ana Vatanımızı yabancılara toprak satışı gibi ölümcül yanlışlar sonucunda kaybetme sürecine zaten bir süredir girilmiştir. Yukarıda özetlenen AB adına yapılması düşünülen anayasa değişiklikleri sonucunda ise Türk devleti hukuken egemenliğini devretmiş ve devletin hukukî yapısının içi tamamen boşaltılmış olacaktır.

Türk milletin birinci görevi her ne pahasına olursa olsun devletini ve vatanını korumaktır. Tek çare millî devletimize sahip çıkmaktır.

İnanıyorum ki bu gidişe en önce dur diyecekler milletvekili olurken TBMM kürsüsünden Türk milletine karşı okudukları ANDİÇME’DE “DEVLETİN VARLIĞI VE BAĞIMSIZLIĞINI VATANIN VE MİLLETİN BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜNÜ, MİLLETİN KAYITSIZ VE ŞARTSIZ EGEMENLİĞİNİ KORUYACAĞIMA;…

ANAYASAYA SADAKATTAN AYRILMAYACAĞIMA; BÜYÜK TÜRK MİLLETİ ÖNÜNDE NAMUSUM VE ŞEREFİM ÜZERİNE AND İÇERİM.” diyen Türk milletinin vekilleridir.

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -