Ana Sayfa 1998-2012 DEMOKRASİ DEĞİL BÜYÜKLÜK ÜLKÜSÜ

DEMOKRASİ DEĞİL BÜYÜKLÜK ÜLKÜSÜ

Meşrutiyetin îlânından önce asker-sivil pek çok Osmanlı aydını, devletin içine düştüğü zorluklardan anayasanın kabûlü ve daha önce Sultan Hamid tarafından kapatılmış olan mebusan meclisinin açılmasıyla kurtulunabileceğine samimiyetle inanmışlardı. Ne olduğunu çok da teferruatlı bir şekilde bilmedikleri içi boş kavramların ve sloganların arkasında milletin mukadderatını müspet olarak etkileyecek büyülü bir güç görüyor, târihin sonradan göstermiş olduğu gibi bunlara safça bel bağlıyorlardı. Ferâsetli Hakan Abdülhamid, Tahsin Paşa’ya bu konuda şöyle demiştir: “Yaşlandım ve yoruldum. Suyun akıntısına gideceğim. Meşrutiyeti her derde deva sanıyorlar. Denesinler, görsünler…”(N.Kösoğlu, Şehit Enver Paşa, 2008, s.72.)

- Reklam -

Netice ortada. Unsurlarını yönetime ortak ederek onların sadakatini uman devlette, Sultan Hamid’in öngördüğü gibi “çeşitli emel ve fikirler besleyen unsurların toplandıkları” bu meclisin bir çözüm değil çıfıt ocağı olarak tebarüz ettiği gerçektir. Devletimiz o dönemde de şimdi olduğu gibi türlü ihânetlere uğramıştır. Bizim sonradan Türkçüdür diye övdüğümüz Rıza Nur şuursuzu bile Arnavutları ayaklandırdığını gururla anlatmaktan imtinâ etmemiştir.(N.Kösoğlu, age, s.68.)

Bugünkü pek çok meselemize yakın târihimizden örneklerle açıklama getirmek pekâlâ mümkündür. Acı hâtıralarının tecrübesinden faydalanmayı bilen bir mil let olmamamız aynı konuda daha çok hâtıra edineceğimiz anlamına gelse yine güzel; fakat târih hiçbir milletin bu kadar gaflet biriktirmesine müsaade etmemiştir. Gün gelir, kendimiz hâtıra oluruz.

Dün daha fazla hürriyet diyerek bunun çığırtkanlığını yapanlar memleketi batırdı. Bugünse, tam 100 yıl sonra daha fazla demokrasi, demokratik açılımlar, insan hakları ve sâir yâvelerle dolu süslü lâflarla milleti aynı hacâlete düşürmek isteyen bir alay budala dolduruyor gazete sayfalarının köşelerini… sâhib-i sütun, erbâb-ı kalem, hâin-i vatan… devlet adamı değil, idâre-i maslahatçı bir kalabalık… şuurlu bir millet değil, güdülmeye müheyya bir sürü… Memleketi kalkındırmak değil, iliğini kurutmak isteyen para ve iktidar perestişkârı bir zenginler zümresi… İşte memleketimizin sosyal sınıfları…

Meclisin ülke içinde en yüksek irâde olduğunu söyleyip onu yüceltmek ve kutsamak da ayrı bir hastalık olmuştur. 29 Kasım 1912’de Avlonya’da Arnavut bağımsızlığını îlân eden İsmail Kemal de milletvekiliydi, sonradan Ürdün Kralı olan Abdullah da… O meclis nasıl ki bir memleketi yokuşa sürme görevini üstlenmişti; bugün de bu meclisin güvenilir hiçbir tarafı kalmamış, mukaddes mîrâsını yediği birinci meclisin sîretiyle de sûretiyle de ilişkisi kesilmiştir. Zâten 70 milyonun reyini temsil etme hakkının 550 adama devredildiği bu demokrasi de bayağı bir oyuncak olmak dışında nedir ki? Nedir ki onunla sorunlarımızın halledileceği zannına kapılabiliyoruz? 100 yıl önce hürriyet, sorunlarımıza ne kadar çözüm bulduysa bugün de demokrasi o kadar düze çıkarıcı olabilir.

Otokrat, millî modernleşmeci, demokrasiyi milletin geleneksel, törel, sözlü ve târihî yasalarına göre tanzim edip millîleştirecek bağımsız bir hükûmet kurulmadıkça ve birileri bu uğurda canını ortaya koymadıkça şu ekonomik çözüm, bu siyâsî çözüm herhangi bir anlam ve değer taşımayacaktır. Çünkü her şekilde bağımlı bir ahlâk ve ideolojiye dayanacaktır.

Türkiye, târihî rolünü tekrar yüklenmek zorundadır. Amerikan İmparatorluğu’nun çöküş sürecine girdiği yılların başındayız. Avrupa, çürüme ve yozlaşma içindedir ve öncü yüzyıllarını çoktan geride bırakmıştır. Askerî anlamda ise ciddiye alınır bir güç değildir. Târihsel mirâsımız bize göstermektedir ki Doğu Roma İmparatorluğu’ndan bu yana bu coğrafyayla düşmanız. O çağlarda Doğu Roma ve Latin uzlaşmazlığıyla başlayan gerilim yüzlerce yıl sürmüş; Konstantin’in şehrinin Müslümanlaşmasıyla da zirveye ulaşmıştır. Avrupa, adına siyâsî mülâhazalarla Bizans dedikleri, kendileriniyse sadece Romalı olarak tanımlayan doğu imparatorluğunun hep düşmanıydı. Ne yazık ki biz senelerce Malkoçoğlu ve Kara Muratlardan öğrendiğimiz çarpık târih sebebiyle onları kardeş bildik. Oysa bilmemiz gereken, bizim Roma’nın vârisi olarak bu coğrafyada aynı emperyal enerjiyi Müslüman bir devletle ihyâ etmiş olduğumuz gerçeğiydi. Papalığın, egemen olacağı ve kendisine silahtarlık edecek bir imparator arayışı bu düşmanlık ve soğumanın kökeninde yer almaktadır. Dolayısıyla bin yılı aşkın zamandır düşman olduğumuz bir uygarlıkla bugün dost olabilmemiz, hele hele onların birlik marşında gökteki babalarını kutsamaya devam ettikleri sürece mümkün değildir. Orası ayrı bir dünya…

- Reklam -

Amerikan İmparatorluğu’na gelince; bu devlet, garip bir dinî-ticârî şirketler bütünüdür. Sefil ve ahlâksız para babalarının yönettiği, insan kanıyla yaşayan bir canavardır. Wallerstein’ın ileri sürdüğü maddî sebeplerle mi çökecektir bilemem; fakat bildiğim bir şey varsa, yeryüzünde “Allah’ın lâneti zâlimler üzerinedir” diyen ilâhî mesajın muhatabı olabilecek daha uygun bir zümre bulunmadığıdır.

Yapmamız gereken, milletimizin kaynaklarına dönerek çürüyen ve çökeceği muhakkak olan çağcıl imparatorlukların tozu arasında bir ışık yakabilmektir. Kimseye inanmayacak, kimseye güvenmeyeceğiz. Bileceğiz ki, sâdece biz varız ve biz olmazsak hiçbir şey yok! Büyüklük ülküsü gütmeyen milletler müzelerin taşınır varlıkları olmak dışında bir kıymet sahibi olamıyorlar. Müzelik olmamalı, müzeler inşâ etmeliyiz. Ahlâksız, sefil, sömürgeci milletler için…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -