Ana Sayfa 1998-2012 Che Guevara’nın Şanında

Che Guevara’nın Şanında

Bu yazı, beş bin ülkücü şehidi unutturmak isteyenlere bir cevaptır, asla bir reaksiyon değil! Çünkü Türk’ün binlerce yıldır verdiği var oluş mücadelesi bir reaksiyon olmaktan öte aksiyondu. İşte bu cevapta da, dâvânın unutturulmak istenmesine karşı duyulan kırgınlık, öfke, hüzün ve her şeyden önemlisi emânete sahip çıkıp ahde vefa göstermek arzusu vardır.

- Reklam -

Kimdir bu Che? Karizmatik bir serseri mi? Bir ideolog veya anarşist mi? Tıp tahsilinin terbiye ve tatmin edemediği bir doktor mu? Yoksa Amerika – Rusya – Küba üçgeninde enerjisinden istifade edilen bir piyon mu? Bir zamanlar, altmış sekiz kuşağının ilham kaynağı olup hattâ şimdilerde dahi bazıları tarafından bir sembol olarak görülen bu adam, gerçekten kimdir, nedir? 1928 Arjantin doğumlu kronik bronşit hastası Ernesto, Buenos Aires’in kalburüstü sayılabilecek bir ailesine mensupken nasıl oldu da kendini Fidel’in yanında buldu? Çocukken sadece kuş öldürmüştü, Castro’nun Küba’sında adam da öldürdü. Üstelik akrabalarının feryatlarına aldırmadan… Çünkü kurşuna dizdiği adam bir Batistacıydı.

Çapkındı, belki de hastalık derecesinde. Birinci ve ikinci karısından beş çocuğu var…Bunlar resmî olanlar, gayrı resmî olanlar ise meçhul. Zira sürdürdüğü hayat ahlâkî açıdan son derece süflî olduğu gibi çevresindekiler de bu rezilliği körükleyen kadın ve erkeklerle doluydu.

Zavallı Ernesto, aslında hiç de övünülecek bir geçmiş ve hayata sahip değilken bazılarınca nasıl bir idol hâline getirilmek istendi? Hâlâ o mâhut resmi, ne aradığını bilmeyen gençlerin tişört ve posterlerinde geziyor. Başında kızıl yıldızlı beresi, uzun saçları ve sakalıyla yakışıklı olduğu bile söylenebilir….. Bu kızılderili ve Lâtin kırması şahıs, hâlâ şarkılarla dillerde geziyorsa bunu biraz da İspanyolca’nın hârika fonetiğine borçlu… Gerek Guevara hakkında hazırlanmış bir belgesel filmde kendi sesinden konuşmasını, gerekse onun adına yapılmış şarkıyı dinlerken daha iyi anladım ki bu lisanda küfür edilse bile kulağa hoş gelebilir. Hele Endülüs Müslümanlarının İspanyolca’ya hediyesi olan gırtlak konsonantı ve bazı kelimeleri telâffuz ederlerken dillerine pelesenk ettikleri tembel edâ, sanırım lisanlarını hitabet ve musıkiye elverişli kılan önemli bir faktördür.

Zavallı Guevara… Kongo ormanlarında se il devriminin kavgasını yapıp, dostu(!) Fidel’in emriyle Prag’a sürülürken bile içinde bir ümit vardı. Ama bu ümit, görev gereği(!) gittiği Bolivya’da, hükûmet askerlerinin silâhlarından çıkan kurşunlarla son buldu. Senelerce bulunamayan cesedi ise bu sun’i efsaneyi besledikçe besledi. Geçtiğimiz senelerde kemikleri bulundu da, Küba’ya taşınarak Santa Clara’da törenle toprağa verildi. Pekiyi, ya bizim zavallı Che perestler ne yapıyorlar? Onlar asıl toprağa vermeleri gerekenin bu zavallı ideoloji olduğunun hâlâ farkında görünmüyorlar mı? Gerçekte asıl acınması gereken onlardır. Zira Ernesto, biraz da mensup olduğu kültürün kurbanı sayılabilir. Çünkü onun bize mânâsız görünen baş kaldırışının altında belki de İnka, Aztek ve Maya medeniyetini yerle bir eden İspanyol atalarına duyduğu hınç yatmaktaydı. Üstelik, henüz üç yaşındayken küçük Ernesto’yu buz gibi sulara atıp müzmin bronşite yakalanmasına sebep olan annesi de anarşist ruhlu bir kadındı. Dost çevreleri ise Peroncu, anti -faşist, aynı zamanda aristokrat (nasıl olabiliyorsa) bir gruptu. Kısacası Güney Amerika’nın anarşi yüklü ideolojik karmaşasında yetişmişlerdi.

Pekiyi ya bizim mâhutlar, onların mâzeretleri ne olabilirdi? Sovyetler Birliği ile birlikte Komünizmin de çökmesinden sonra bizim altmış sekiz kuşağına da bir hâller oldu. Bir kısmı, “kimse kızmasın kendimi yazdım” gibilerinden günah çıkartma girişiminde bulunurken, bir kısmı oralı dahi olmadı. Fakat ne kadar çark etmiş gibi görünseler de köşebaşlarını tuttukları büyük medya kuruluşlarının gündemde tutmak istediği şahıs ve meseleler belliydi, unutturmak istedikleri de. Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok vs. gündemden hiç inmediler. Elbette adam öldürmenin, Allah’ın verdiği canı almanın nefs-i müdafaa dışında bahanesi olamazdı. Pekiyi ya İlhan Darendelioğlu, Hamid Fendoğlu, Gün Sazak, İsmail Gerçeksöz, Halil Hilmi Sakarya, Recep Haşatlı ve binlerce şehit… Bunların neden esâmesi okunmuyordu? Hâlâ, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan adlı kandırılmış gençlere ağıt yakanlar elbette Battal Mehetoğlu, Dursun Önkuzu ve Yusuf İmamoğlu’nu hatırlamazlardı. Hele hele Kemal Fedâi Coşkuner ve Süleyman Özmen’i hiç bilmezlerdi. Pekiyi, ya bilmesi ve hatırlaması gerekenler neredeydi? Hangi kenar ve köşelere saklandılar da sesleri solukları çıkmaz oldu? Nâhak yere toprağa düşmüş bu vatan evlâtları için senede bir okunan mevlidden başka yapılacak şey yok muydu? Özgürlükler şampiyonu medya ve çifte standart meraklısı nâmus bezirgânları neredeydi? Ya minnet borcunu ödemesi gerekenler nerede ve bu borcu ne şekilde ifa etmeyi düşünüyorlar? Halbuki bakınız destansı bir haykırışla o büyük şâir ne diyor?

- Reklam -

Önkuzu hey! Önkuzu!..

Önde gider Önkuzu

Anası “Dursun” demiş;

Durmaz. Gider Önkuzu.

- Reklam -

Önkuzu!.. Hey!.. Önkuzu!

Önde gider Önkuzu.

Bu bayrak düşmez yere,

Ölmedikçe son kuzu!..

Kuzular koç olacak,

Toy, düğün, göç… olacak!

Bu yılki kuzuların,

Adları ÖÇ olacak!..

Bu yiğit ses birkaç sene önce aramızdan ayrılan yüzyılımızın destan şâiri Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na ait ve en az bu kadar güzel binlerce mısra daha eserlerinde yer alıyor. Acaba onu kaç kişi hatırlıyor? Zihinlerimize medya yoluyla işlenmek istenen birkaç süflî ismin yanında ne kadar azametli, vakur ve liyâkat sahibi… Tıpkı binlerce şehit gibi, o da kasden unutturulmak istenenler arasında ve maalesef bunda da en büyük suçlu milliyetçi Müslüman geçinen zihniyet temsilcileridir. Zira öbürlerinin, aksi bir davranışı benimsemesi zaten beklenemez. Fakat dillerinde büyük söz ve ülkülerle dolaşanların belli bir yere geldikten sonra minnet borcunu ödeyeceğine, nisyan ve gaflete mağlûp olması herşeyden önce Lâ faile illallah olan Allah indinde günahların en büyüğüdür. Bilhassa son otuz senedir Müslüman Türk’ün topraklarında oynanmak istenen oyuna binlerce şehit verilmiş ise bu, aslı ve mesnedi sağlam bir dâvâ uğrunadır. Kimsenin bu dâvâyı hafife almaya ve onun uğruna maddî ve mânevî yapılan fedâkârlıkları yok saymaya hakkı yoktur. Buna herşeyden evvel Allah razı gelmez. Çünkü o, ahde vefa göstermeyi emretmiştir. Eğer bugün Türkiye’de gerek siyasette gerek medyada Che, Nâzım Hikmet vb. hezeyanlar ön plâna çıkıp gerçekler unutturulmaya çalışılıyorsa, bunun kabahati herhâlde sabık altmış sekiz kuşağı basın mensuplarında değildir. Asıl vicdan muhasebesi yapması gerekenler, bir zamanlar büyük ülküleri uğrunda büyük savaşlar verdiklerini iddia edip sonradan prensiplerinden bir sürü tâviz vermek durumunda kalanlardır.

İspanya’daki iç savaş sırasında Alkazar kuşatmasında yaşananları, Toledo şehrine gittiğimizde müze hâline getirilen bazı bölümleri gezerken daha iyi anladım. Komünistler şehirdeki çatışmalar sürerken, kale kumandanının oğlunu rehin almışlar ve öldürmekle tehdit etmektedirler. Aynen muhafaza edilerek komutan ile isyancılar arasıda geçen muhaverenin çeşitli dünya dillerinde ziyaretçilere aktarıldığı bu tarihî mekân, iki ziyaretimde de bana çok tesir etmiştir? Neden? Bir kere, iç savaş başlıbaşına acı bir durumdur, başka bir deyişle kardeş kavgasıdır. Üzerinden yıllar geçse de unutulmayacak izler bırakan bu tarihî olayda kale kumandanı ile oğlu ve isyancılar arasında geçen konuşma da çok şâyân-ı dikkattir. İsyancıların lideri, oğlunun ellerinde olduğunu, kaleyi teslim etmezlerse öldüreceklerini söyleyerek General Moscardo’yu tehdit eder ve çocuğu telefona çağırır. Moscardo, evlâdına, “En büyük İspanya diyerek öl.” der ve telefonu kapatır. Tabiî isyancılar, henüz onyedi yaşlarındaki çocuğu öldürürler. İç savaşın sonunda ise General Franco bütün şehitler için bir anıt mezar yaptırarak üzerine şu ibareyi koydurur. “Vatanları için öldüler.” Bu olayı neden mi anlattım? Sadece bana çok tesir ettiği için. Zira bu, İspanya şartlarında ve geçtiği devir çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir hâdisedir. Bizim ise, otuz sene önce yaşadığımız kargaşa dolu günlerin ve verdiğimiz kayıpların yukarıdaki olayla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Che, Mao, Stalin, Lenin, Mussolini, Franco, Marks vb… Bunların hepsi biz Türkler için birer yabancı ideoloji temsilcisi olmaktan başka bir şey ifade etmeyen isimlerdir. Kavgaları da mensup oldukları kültür ve şartlar altında ve kendi açılarından doğru veya yanlış olabilir. Halbuki bu yabancı isimleri ağızlarına pelesenk edenler otuz kırk sene önce de aynı hıyanetin içindeydiler. Değişen sadece zaman dilimidir, değişmeyen ise hıyanet… O zamanki mücadele kendini satanlarla satmayanların mücadelesiydi. Aradığım ise, kendini satmayanların tâkipçileridir. İşte ben asıl onları arıyorum ve bulamıyorum! Neredesiniz?

Bu dâvâ uğruna kanını canını ve mesâisini sebil edenlerin Allah elbet mükâfatını verecektir. Fakat asıl bu kahramanları yok farzedenler, acaba yarın rûz-ı mahşerde Allah’a nasıl hesap vereceklerini hiç düşünmüşler midir?
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -