Muzaffer Özdağ, 27 Mayıs Darbesini yapan Millî Birlik Komitesi’nin en genç üyesiydi. Milliyetçiydi. Alparslan Türkeş’le birlikte hareket ediyordu. 13 Kasım 1960’da yapılan bir iç darbeyle MBK’dan uzaklaştırıldı, emekliye sevkedildi ve Tokyo’ya Büyükelçilik müşaviri olarak (yani sürgün olarak) gönderildi. Ekrem Marakoğlu ise genç yaşlarından itibaren Türkçülüğe gönül vermiş bir avukattı. Sonraları tanınmış bir ceza avukatı olacaktı. Özdağ’a duygulu bir mektup yazıp Tokyo’ya gönderdi. Muzaffer Özdağ bu mektuba cevap yazdı. Cevabı mektubu, vefatından önce Ekrem Marakoğlu, yayınlanmak üzere bize verdi. Şimdi bu görevi yerine getiriyoruz. Özdağ’ı da, Marakoğlu’nu da rahmetle anıyoruz.
Kıymetli Kardeşim,
Özlü ve duygulu mektubunuzu zarif kartlarınızı aldım. Çok teşekkür ederim. “Ulusal Gerçek” teki acılığı şiir akıcılığı ve mizah rahatlığı içerisinde göz önüne seriyorsunuz. Acı acı güldüm.
“Falcı bacı nerde kaldı beklenen…”
Garip ama gerçek bu, bizim toprağın insanı, kendi görev ve sorumluluğunu unutup hep kurtarıcı bekler. Ufuktaki karanlık günden güne artar, felaket getirecek bulutlar kat kat abanır göğümüze.
Kurtuluşumuz ulusça ayağa kalkmamız, silkinmemizle mümkün ve tek yolu da bu. Aydının ve idarecinin gerçekten korkma fobisinin esiri olduğu doğrudur. Fakat halk henüz hali bilmemekte, tehlikeyi sezmemektedir. Zira uyutulmakta, uyuşturu lmaktadır yıllar yılı. İntihara karar vermedikçe hiçbir topluluk çağın gafili olamaz. Bağımsız ve efendi yaşamak için her fedakarlığı yapma gücünde Türk halkı yönetenlere inanmaktadır.
Mahkûm olduğu hayat seviyesine razı ve istikbalinden emindir. Köyü ve hele yurdu dışındaki dünyayı bilmemektedir. Basit fakat umumi bir misâl vereyim. Köylü baba askerden dönen oğluna veya konuştuğu subaya şunu söyler: “Maşallah erlerimiz günde üç öğün yemek yiyormuş hepsinin silâhı var, ordumuzun tankı, tayyeresi de var. Bizim zamanımızda nerde… Sırtımızı yedi düvel yere getiremez artık evvel Allah.
Onun zavallı güven duygusu gaflet, aydının ataleti hıyanettir.
Başka ulusların hayat standardı ile kıyaslanırsa ulusça seviyemiz sefalet kelimesiyle ifade gerekir. Yeter gıda alamayan, çocuğu okul, hastası doktor bulamayan, yolu bozuk, susuz, ağaçsız Anadolu’nun insanına refah temel davasının önünde milli savunma prolemini koyuşum, bugünkü seviyesi ile varlığının tehlikeye düştüğünü ifade içindi.
Parti idare erkânı yaldızlı koltuğunu, yakınları sağlanacak menfaatleri, millî züğürtlerimiz şehzadelerini bekleye dursunlar. Bir büyük bekleyen daha var, çağırıyor yüzyıllardır.
“Kardeşim senin dediklerin yok,
Halay çekilen toprak bu toprak değil,
Çık hele Anadoluya, Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayrı,
O kadar uzak değil,
Çamı bitmiş kavağı azalmış
Gamla örtülü bayırlar, çıplak değil
Yedi ay kıştan sonra yeşeren senin yaşamandır,
Yaprak değil
Yersin, içersin sofrasından, üç yüz senedir
Kuvvetlisin amma kuvvet hak değil
Bakımsızlıklarla göçüp gitmiş bir cihan,
Mevsimler soğumuş, sular azalmış
Buğday, Selçukilerden kalma başak değil
Parça parça yarılmış öküz ardından
Parmağı üç pare, tırnağı ak değil
Utanır elin ayağın,
Korkarsın yakından görsen
Eli el değil, ayağı ayak değil
Gün doğar, tarla kuşları uçuşurlar
Ağır bir aydınlık, bildiğin şafa değil
Öyle bir dalmış ki asırlar süren uykusuna
Uyandırsan
Uyanacak değil.
Dertle sefaletle yüklü
Siyah leşlerle kararmış, berrak değil
Çağlayan ne
Akan kim
Kızılırmak değil.
Şiirin adı “Kızılırmak Kıyıları” Aziz kardeşim, zaman zaman sorular, neden bizim bir mefkuremiz yok? Hayıflanılır, atalarımızın kızılelmasından bahsedilir. Onu koparmak için Vatikan-Viyana Saray bahçelerine gidilmek, Çin bağlarına girilmek istenir. Bizim neslimizin Kızılelması kendi toprağımızda yetişiyor. Kızılırmak kavsi içerisinde.
Gıdasızlık ve hastalıklarla sararan benizlere an geldiği zaman, Anadolu’yu mesut insanların mamur yurdu hâline getirdiğimiz, kendi gücü ile yaşayan Türkiye’yi kurduğumuz zaman Kızılelmaya kavuşmuş olacağız.
Türkiye’nin geleceğinde falcılar kadar solcular da iddialı diyorsunuz.
Henüz kurulmamış millî birliği ve tamamlanmamış millet oluşumunu sınıf ayrılığı ve düşmanlığı telkinleri ile parçalayarak iç kalemizin kapılarını kuzey emperyalizmine açan ruhî ve fikrî hastalıklarla savaşılmalıdır.
İşaret ettiğiniz tehlike varittir. Tedbir kanuni ve inzibatî değil fikrî, iktisadî ve içtimaî olmalıdır.
İslamiyetin 13 asır evvel köy ve kabile ekonomisi içerisinde dinin temel şartlarından biri olarak tesis ettiği “zekât”a benzer bir müesseseyi 20 nci asırda uluslar ve kıt’alar arası iktisat yaşanırken kurmamak dünyanın yarısını Kızıl Emperyalizme esir yapmıştır. Batılı lider ulusların egoizmi tehlikeyi büyütmektedir. Aydın Türk genci Atatürkçülüğü biliyor ve inanıyorsa sapık fikirlerle savaşmak için gerekli fikir ve ruh gücüne sahiptir.
Fakat Zübeyde Hanım’la Ali Rıza Bey’in oğlu, mavi radyum ışıklı gözleri olan eşsiz masal kahramanının heykeli önünde nutuk söylemek sanılan resmî Atatürkçülükten bahsetmiyorum.
Kıymetli kardeşim, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yukarıdaki şiirinin son kıt’asında şu mısralar var.
“Kardaş, görmüyorum amma hâlâ duyabiliyorum
Geçmiş zamanlar geleceklerden parlak değil….” diyor.
Ben de ayni inançtayım. Yarına inancım sizi ve benzerlerinizi, ulusumuzun kaderi ve kederi ile ilgilenen O’nun mukaddes nabzına kulaklarını verenleri görmekle doğuyor.
Sevgi ve başarı dileklerimle.