Ridâniyye Zaferi’nin ardından Yavuz Sultan Selîm Hân’ın:
“- Mısır’ı aldık ammâ, Yûsuf’u kaybettik!” dediği rivâyet olunur. Pek zarif bir “telmih”le, Sadr-ı âzam Hâdım Sinan Paşa’ya verdiği değeri ortaya koyan Cihân Pâdişâhı; fedâkârlığın en üst perdedeki bestesine imzâ atan şehîd vezîrini, “kelâm-ı hümâyûn”la tebcîl eylemiş.
Hâdım Sinan Paşa’nın künyesindeki, fazla kullanılmayan “Yûsuf” adını, bu şekilde ebedîleştiren Yavuz; muhârebe öncesinde kendisiyle çadır ve kıyâfet değiştiren, bile bile canını ortaya koyan Yûsuf Sinan’ı, gözyaşları içinde anarken, onun Mısır ülkesinden daha kıymetli olduğunu, kelimelere sığdırmak istemiştir.
Elbette bir tevâtürden ibârettir ama, yine de hisse alınacak bir kıssadır: Mevlânâ, Mesnevî’sini tamamladıktan sonra, fikrini öğrenmek için Yûnus’a göstermiş. Derviş Yûnus, Mesnevî’deki söz uzunluğuna dikkat çekmek için:
“Âlâ bir kitap yazmışsın, fakat, uzun tutmuşsun. Ben olsaydım:
– Ete kemiğe büründüm./Yûnus diye göründüm.
der, sözün başıyla sonunu gösterirdim.”
demiş. Mesnevî’de, aslâ okuyana yorgunluk, bıkkınlık verecek bir sühan kalabalığı, yâni kesel perdesi yoktur. Yûnus’un dilinden teşhîse yönelen halk tefekkürü, iki kutbu, kendi pazarlarında terâziye çıkarma gayretine düşmüştür.
Ne Hâdım Sinan Paşa’nın Hz. Yûsuf’la, ne de Mevlânâ’nın Yûnus’la rekâbeti vardır. Ortaya konan, sâdece söz zenginliğidir. O vakitler, ârif sayısında, hayret-efzâ bir artış vardı. Ne zaman ki, ârifân kesretten nedrete düştü, bahtımız sele kapıldı… Vakti şaşırıp ziyâna yöneldik.
Güneşin doğuşu ile batışı arasında geçen zaman, insan nezdinde bir günün yarısı mânâsına gelirken, karasinek ve kelebek gibi mahlûkâta, ömrün tamâmı için biçilmiş vâde. Yâni; gün, saat, dakika, sâniye, sâlise tamâmen izâfî değerler. Deprem ânında yaşanacak dakika, asır uzunluğunda oluyor. Yine, futbol maçının beş dakikası ile basketbol müsâbakasının beş dakikası, aslâ birbirine benzemez.
Ömer Seyfeddin, Şeyh Gâlib, Nâmık Kemâl, Kâtib Çelebî gibi; kısacık ömürlerine tasnîfi ve takdîmi zor eser külliyâtı sığdıran mâhir, mütebahhir insanların indinde de, zamânın idrâk ediliş şekli çok farklı olmalı.
Sözün özü; insanla zaman, aslâ standart ölçülerle karşılaşmıyor. Herkesin, hattâ her canlının ayrı bir zaman bestesi var. Tabiî ki, hüner ehli ile hamâkat ve atâlet düşkünlerini iyi ayırmak lâzım. İmkânı varsa, bu husûsu insanlığın ilk şartı ilân etmeli.
Atalarımız, sabâh namazı için kalktıktan sonra, yeniden yatağa dönmezlermiş. Zamânı bereketli kılan unsurların başında, seçilen hayat tarzı geliyor. Günün sonundaki namaza “yatsı” ismi, boşuna verilmemiş. O ibâdeti îfâ edenin, hemen yatması, yine zaman hasadına eşik yapmak demek.
Türk-İslâm medeniyetinin ortaya koyduğu yaşama biçimi; günleri haftaya, haftaları aya, ayları da yıla bağlarken, hep mâşerî vicdânın sesini dinliyordu.
Zamânın iki yakasını bir araya getiremeyen âcizler topluluğuna döndürüldük. Öyleyse, hayat pusulamıza dikkatle bakmak mecbûriyetindeyiz. Yön hatâsı var, yön hatâsı… İstikâmet elinde mazlûmuz.
“Alma mazlûmun âhını, çıkar âheste âheste” demişler. Yalnız, bu mazlûm âhları her zaman âheste-beste çıkmıyor. Hesap bâzen öyle hızlı ve birdenbire görülüveriyor ki, herkes şaşkınlık içinde kalıyor.
O yüzden, âh alıp da sırtında taşıyanlar, uzun vâdelere güvenmesinler. Hiç hesapta olmayan sürprizlerle, borç ödemeye mecbûr tutulabilirler.
“Mazlûm”; adı üzerinde, zulme mâruz kalanlara deniyor. Yâni, zâlimin ferâsetine terk edilmiş çâresizler, “mazlûm toplama kampı”na alınıyor.
Dünyâ ve Türk târihinden tanıdığımız bir hayli meşhûr mazlûm var. Necib Fâzıl’ın, “Büyük Mazlûmlar” adını taşıyan hacimli eseri, yayınlandığı yıllarda epeyi konuşulmuştu. Sokrat’dan Adnan Menderes’e kadar, nice âşina şahsiyet, o eserde, şiirli bir üslûpla vicdan hevengine diziliyordu.
Bu, târihe mal olmuş mazlûmların hepsinin ayrı ve hüzün yüklü hikâyeleri var. Hangisini ele alsanız, boğazınıza hıçkırıklar düğümlenir.
Türk târihindeki mazlûmlar listesine bakarken, herhangi bir kayırma ve imtiyaz hakkı düşünmeksizin, rastgele kaleme takılan isimler, nice roman cildlerini dolduracak içli tiradlar söyleyecektir. Meselâ; “Pîrî Reis”, gündelik hayâtın basitliğini târihin akademik yaş kütüğüne çekiç darbeleriyle çakan akıl ve tecessüs kokartımız. Coğrafya ve kartoğrafya bilgisi önünde şapka çıkarılan o büyük Türk denizcisi; aslı astarı olmayan iftirâlara nasıl kurban verilmiştir? İdâm edildiğinde seksen yaşını geçiyor olması, onu dînen de, ahlâken de mazlûm sayılmaktan kurtaramıyor…
“Ahlâk” ile “din” arasında inkâr edilemeyecek bir münâsebet bulunuyor. Fakat, ahlâkın varlığını doğrudan dine bağlamak yanlış. Çünkü, dinî karakter taşımayan yığınla ahlâk prensibi var. Aynı şekilde, “ahlâka rağmen” ortaya konmuş, bir o kadar da dinî kâide sayılabilir.
Ahlâksızlığın karşısında davranış akordu yapan insanoğlu, vücûdunu ve rûhunu, yanlış addettiği fiillerden korumak için, son derece muhkem bir kale örmüş. İşte “ahlâk” dediğimiz tavırlar listesi, böyle bir tedâfüî aksülâmel neticesinde teşekkül etmiş.
Din ise, insan güç ve kudretinin yetişemediği bir kaynaktan, beşer aczine tutulmuş ışık demeti. Bu yüzden, insan mârifetiyle konulmuş ahlâkî normların bir bölümü, dine ters düşmüştür.
San’atın şahsî hüviyetine ırkî, kabilevî ve âilevî damgalarla ahlâk ilâveleri yapan cemiyet; dinin cihânşümûl dâvetine itiraz edecek tâkati kendinde bulamadı.
Tek bir ahlâk manzûmesinden söz edilemez. Ne kadar mütecânis cemiyet var ise, o kadar ahlâk tarzı vücûda gelmiş. Ayrıca, her dinin kendi lâboratuvarından çıkma, orijinâl ahlâk kalıpları, insanın önüne konmuş.
Din, ahlâk, san’at ve ilim, âdemoğlunun başıboş kalmaması için kâfi miktarda malzemeyi raflarına, dolaplarına istif etmişler. Hâ, “Bütün bunlara aldırmayıp, yine de ipini koparanlar ne olacak?” diyorsanız, “ahlâksızlık” işte o noktada başlıyor. Onlar da olmasaydı, bütün Dünyâ ahlâk üzre buluşurdu. O zaman da, elimizde ayırt edici ölçü kalmazdı. Aman, ölçüsüz ve hesapsız bırakılmayalım… Çünkü, yanlış hesâbın döneceği sağlam Bağdad da kalmadı.
Bir “devletlû”muz, gûyâ sürpriz yaparak Bağdat’a gitmiş ve orada sözlerine: “Ana gibi yâr Bağdad gibi diyâr olmaz.” diyerek başlamış. İşin sürpriz tarafını Türk milletinin çiğnenen ve çamur hâline getirilen gurûruna havâle edelim. Kuzey Irak’da yaşayan ve bilhassa lider kadroları tarafından alenî Türk düşmanlığı körükleyen mâlûm grupları “kardeş!” hitâbıyla selâmlamasını da, Türk târihinin şaşmaz terâzisine bırakalım.
Mâlikî, Zebârî, Talabânî isimlerinin, Türkiye politikacıları mârifetiyle baş tâcı yapılması; mevcud Orta Doğu yapılanması ve Türkiye’nin dış politikada girdiği ateş çemberi dikkate alındığında, -övünmeyi bir kenâra koyun- dizlerimizi dövme vaktinin geldiğini gösteriyor. Kuzey Irak meskûnlarıyla böylesine kuzu-ciğer sarması olunacaktı da, vaktiyle kırmızı çizgi salvoları niye atıldı?
Türkiye’nin bahtsızlığı, ihâtalı devlet adamı fıkdânından kaynaklanıyor. Mâlûm basın-yayın grubu, neredeyse son Bağdad zâirini bu şehrin fâtihi ilân edecek.
Bu unvânı, târihimizde şerefle taşıyan Kaanûnî Sultan Süleyman ve Sultan Murâd-ı Râbî’i; şehre sürpriz (!) himâyesinde giren, ürkek tavrın yanına koyabilir misiniz?
Bağdad’a gitmek kolay da, sırtında Türk târihini taşımak zor. Yoksa, “Ana gibi yâr, Bağdad gibi diyâr olmaz.” dediğinde, birileri, Bağdad’ın tekmil kapılarını tutup: “Ananı da al, git burdan!” diye çıkışırsa, ne yapacaksın?
Fâtih Sultan Mehmed, Türkiye’ye bizzat davet ederek getirttiği İtalyan ressam Bellini ile dolaşırken, yanlarına bir derviş gelir. Derviş, uzun ve parlak cümlelerle Pâdişâh’ı medhetmeye başlayınca, Yeni Çağ’ın Patronu, münâsip gördüğü sadakayı vererek onu yanlarından uzaklaştırır. Bellini, bütün tâcdârların hoşlandığı medih sözlerini, niçin iyi karşılamadığını sorduğunda, Fâtih, şu cevâbı verir:
“– Akılsız kimselerin yaptığı medihler, akıllı adamların zarar hânesine yazılır!”
Tabiî ki, bütün kasîde-gûları aynı kefeye koyamayız. Meddahların da, bulunduğu noktayı hak edenleri var. Onlara bir sözümüz yok. Fakat, günümüz medyasının, gözü kapalı dalkavukluk yapan ve “Patlıcanı değil, efendisini öven.” takımı, ortada kalite ve itibâr nâmına hiçbir şey bırakmadı.
Milenyum Çağı’nın yıkama-yağlamacıları, aynı zamanda fedâîlik de yapıyorlar.
Osmanlı Hânedânı’nın bahtsız mensuplarından Sultan Osman Hân-ı Sânî, nâm-ı diğer Genç Osman’a hitâben:
“Âferin ey rûzıgârın şehsüvâr-ı safderi!
Arşa as şimdengerû, tîg u Süreyya-cevheri!”
diyen Nef’î, “Sultan” bile olsa, hiç kimseyi kendi kâbına eş tutmuyordu. Pâdişâh’a “Âferin!” demek için, Nef’î fıtratı lâzım… O büyük şâirin, dili belâsına canından oluşu ile “Sâhibinin Sesi” basamağında çakılı kalan zavallıları nasıl yan yana korsun?… Biri kış, biri yaz…
Mevsimler arasındaki keskin ayrılıklar yavaş yavaş kayboluyor. Hattâ, bir yıl içinde yaşanılan mevsim sayısında azalma emâreleri görülüyor. Yine bu cümleden olmak üzere, sebze ve meyvelerin “mevsimlik” sıfatları kalkıyor. Hemen her çeşit mahsûlü, dâimî olarak temin etme imkânı bulunuyor.
Bütün bu beşerî gayretler, sonunda tabiî dengeyi berbat etti. Dünyâ, her köşesinden alârm vermeye başladı. En mühim ihtiyaç kalemleri, “kriz” trenine vagon oldu.
Yağmur; ya hasret kalacak derecede yağmıyor, yâhut memleket büyüklüğünde verimli toprakları önüne katan sele dönüşüyor. İkisinin ortası, neredeyse mâzide kaldı.
Yaşananlar dikkate alındığında, insan eliyle hazırlanan bir felâket tablosunun karşısında olduğumuzu anlıyoruz. Mecut kaynak rezervi, yarınlarımızı karartacak sinyâller veriyor.
Âdemoğlunun, gem vuramadığı teknik ve sanâyi hamleleri, hırsa dönüşüp geçici konfor ve rahatlık karşılığında, geleceğimizi ipotek altına sokmuştur.
Bugün, aklı başında her yetişkin insan, çocuk ve torunlarına bırakacağı dünyâ mîrâsının mahcûbiyetini, karamsarlığını duymaktadır. Üstelik, mes’ele, şahsî gayretlerle hakkından gelinecek noktayı çoktan aşmıştır. Hattâ, devlet seviyesindeki teşebbüsler bile, yalnız kalmaktan kurtulamamaktadır.
Hz. Âdem ile hanımına memnû meyveyi yediren Şeytan, bugünkü Dünyâ görünüşünden kim bilir ne kadar sevinçlidir? Neticedeki payı, aslâ inkâr edilemez… İnsanın romanında, Şeytan’ın sayfa sayısı sürekli artıyor. Yûnus Emre’nin:
“Hakk bir gönül verdi banâ, ‘hâ’ demeden hayrân olur.
Bir dem gelür şâdî kılur, bir dem gelür giryân olur.”
diye başlayan hârikulâde bir şiiri var.
Bâzı otoriteler, bu manzûmeye “insanın romanı” diyorlar. Evet, ama, bu mısrâlara “roman”dan öte bir mânâ enginliği istif edilmiş. Dünyâ’dan ukbâya, oradan mâverâya açılan insan yelkenlisinin ufuklar boyu yol alışı, kelimelere bindirilmiş.
O, nasıl bir gönüldür ki, Hakk’ın armağanıdır ve “hâ” demeden hayrân oluverir. Şu hâlde gönül, ilâhî tedrisin bütün kademelerinden geçerek, gördüğü güzelliklere hayrânlık duymayı, fıtratının icâbından saymaktadır. Daha “hayrân” kelimesinin ilk hecesini okumadan, bediî muâmele tamamlanmaktadır.
Hakk ile gönül arasında “Elest Meclisi”nden tescilli bir büyük mukâvele vardır. Buna, “aynîleşme” demek, belki daha doğru.
Gönülün lâhûtî renkleri, tamâmen, aynîleşme idmanlarıyla teşekkül etmiş. Renkler, ne kadar kontrast görünseler de, bir arada bulunmaktan, “hayrânlık” zevki alıyorlar. Sözün gelişi; “şâdî”lik rengi ile “giryân”lık rengi; hem yan yana durabiliyorlar, hem de eşyânın ve -tabiî ki- insanın hamuruna nüfûz ediyorlar.
Ve, bu nüfûz fiili, zamânın zülfüne tutunmuş, o “dem”den bu “dem”e raks ediyor. Gönül mü, kelebek mi? Anlamak zor… Belki, ateş küreğinin ortasındaki kor…
Hâdisenin, bizzat yaşayanla onu dinleyen nazarındaki yeri, ne kadar farklıdır. O yüzden, “Ateş düştüğü yeri yakar..” demişler. Tabiî ki, her hâdise ateş dökücü değil. Konfeti serpenleri de var. O zaman da, idrâk edilen sevincin dozunu tasnîfe tâbi tutabiliriz. Yânî, netice, üç aşağı, beş yukarı aynı hedefe bağlanır.
Hemen her gün, dizi dizi fevkalâdelikler duyuyor, seyrediyoruz. Trafik kazâsından yangına, sele, bulaşıcı ve öldürücü hastalıklara uzanan nice sürpriz, gündelik hayâtındaki her yaştan ömür sâhibini pusuya yatırıyor. Terör, anarşi gibi daha hafif isimlerle anılsa da, savaşın kendisi olan silâhlı mücâdelelerin kıskacına düşenlerle; amansız, çâresiz ecele mağlûb olanları, bu tablonun dışında tutamazsınız.
Her insan, kendi dünyâsının merkezini teşkîl ediyor. Bunun için, insan sayısınca dünyâ mevcut.
Eskiden, tekniğin böylesine tahakküm altına almadığı zamanları yaşayabilmek maksadıyla, daha mânevî gıdası bol muhitler temennî edilirdi. Şimdi de, belki çok az sayıda cemiyet, aynı mâneviyâtın tâlibi, ama, ezici çoğunluk “Saded de kim ola?” vurdumduymazlığı içinde.
Garîbdir, kümes sâkini mahlûkâtdan farkı olduğuna inanan beşer; evini, işyerini, caddesini, sokağını hep kümes dekoruna dâhil ediyor.
Yeme, içme, örtünme, uyuma gibi organik ihtiyaçları uğruna, alâmet-i fârikasını, yâni morâl değerlerini havaya savuran insan neslinin, gelip dayandığı duvar, çatlak ve kırıklarla dolu…
Yatılı okullara leylî, gündüzlülere nehârî dendiği devirlerde; sivil, askerî farkı gözetilmeksizin bütün eğitim-öğretim sisteminde, tâvizsiz bir disiplin vardı. O, iyice mübalaâğa edilen falaka safsatası ve buna dayandırılarak söylenen şiddet sahneleri, daha ziyâde bir dönemi karalamaya mâtuf gayretlerdir. Böyle durumlar yaşanmışsa bile, umûmî şeklin kanaatini değiştirmeyecek, yâni kâideyi bozmayacak istisnâlardandır.
Hâl ve gidişimizdeki trajik manzaraya bakarak, bugünkü maârif yapımızın, fil ayağı büyüklüğünde payandalara muhtâc olduğunu görüyoruz. Sağlam yanını bırakmadığımız o eski maârifin yetiştirdiği -asker dâhil- bütün meslek mensupları, en azından düzgün konuşma ve yazma mahâretine sâhiptiler. Şimdiki yürekler acısı hâl, aslâ bu büyük milletle bir arada düşünülecek şey değildir.
Muhakkak ki, kendi gayretini kâbiliyetiyle birleştiren ihtisas ehli; her zaman, her yerde temâyüz eder. Lâkin, umûmî hatlarıyla çizilen çerçeveye göre, maalesef bugün bir hayli zarâra uğramış vaziyetteyiz.
İbn Haldûn’dan, hemen bütün İslâm târihçilerine sîrâyet eden “Devlete Ömür Biçme Nazariyesi”, çok acı ama, Osmanlı Devleti için de geçerliliğini korumuştur.
Doğan, büyüyen, serpilen, yaşlanan Devlet-i Aliye, ne yazık ki, son merhaleyi de alnındaki yazı misâli görmüş ve vefât eylemiştir. Fakat, ne olursa olsun, hangi lâf anaforuna çekilirse çekilsin, Türk Devleti, bütün sıfat ve rakamlardan âzâde, hayâtını sürdürmektedir. Arada bir fetret, medd ü cezîr yaraları açılsa da, o, Dünyâ üzerindeki kararlı yolculuğunu sürdürmektedir. Üstelik, rakîb tanımadan…
Târihin koridorlarında gezinirken göğsünüz daralmasın, nefesiniz kesilmesin istiyorsanız, kendi milletinizin şânına yaraşır bir hayâtı tercih etmeniz lâzım. Yaşanan hâdiselerdeki elem payı, nedense hep nostaljik takılmalara fedâ ediliyor. Hâlbuki, yeri geldiğinde üzülmenin de faydası bulunuyor. Biz, hamâset yapacağız diye yola çıktığımızdan, geçmişin çok mühim bir kısmını -pilot diliyle- pas geçiyoruz.
Şu anda üzerinde bulunduğumuz nokta, ne acıdır ki, inkıraz işâretleri vermektedir. Hattâ, daha ileri giderek, bâzı dış mihrakların, bu safhayı bile tamamlanmış saydıklarına şâhit oluyoruz. Anlı şanlı koca Türk Devleti, ne idüğü belirsiz düvel gürûhunun şamar oğlanına döndürüldü.
Akıl ve iz’an sâhibi herkesin gurûr kırıcı bulacağı alenî müdahaleleri, vak’a-yı âdiyeden sayıp, bize sevimli göstermeye çalışıyorlar.
Epeyi zamandır, yürüyüşümüzde ileri adım atmayı unuttuk. Nereden geldiğimizi bilemediğimiz için, nereye gideceğimiz husûsunda da herhangi bir fikre sâhip değiliz.
Millî birlik, bütünlük nutuklarının içine bile ayrılık tohumları serpmeyi becerdik. Dış güçlerin tek maksadı, Türk’ün millet ve devlet yapısını ber-havâ etmek. Elhak, bizim coğrafyamızın insanı da, bu tahrip kalıbı döşemeciliğinde imece usûlü çalışıyor. Akıl, iz’an ve vicdan temennîsiyle niyâza yöneldik…