Ana Sayfa 1998-2012 Aslolan Türk’tür

Aslolan Türk’tür

Ben her şeyden önce bir TÜRK milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. TÜRK BİRLİĞİNİN bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. TÜRK BİRLİĞİNE inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını TÜRK BİRLİĞİYLE açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. TÜRK’ ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek.Mustafa Kemal ATATÜRK

- Reklam -

Gün 3 Ağustos 2002, Türk tarihinin gayri Türkler tarafından yazılışının ertesi günündeyiz. Gözlerimizden kin görünüyor…Zaman önümüzden geçip giderken, geleceğin karanlık istikameti bize bundan 146 sene öncesini işaret ediyor. Bindiğimiz trenin bizi nereye götürebileceğini görüyoruz geçmişin gözgüsünden..Dipsiz uçurumlara sonsuz ölümlere gidiyoruz son hızla. Uçuruma ve kargaşaya koşar adım ilerlememizi kutlamaktan da geri kalmıyoruz. Tıpkı Islahat Hatt-ı Hümayûnu’nu parelerce top atışıyla kutladığımız gibi…

Islahat Fermanı ve Paris Antlaşması’nın ardından Devlet-i Aliye bir Avrupa devleti sayılmış ve hasta adam görünümümdeki kutlu devlet, içeriği genel olarak azınlık haklarının düzenlenmesi olan fermanı yayınlayarak ilginç ve ilginç olduğu kadar da ders alınması gereken bir sürecin içerisine girmişti. Asıl olanın Türk olduğu bilincinden uzaklaşıldığı anda ortaya çıkacak manzaranın ne olacağı konusunda bize tüm ışığını tutan tarih, 2 Ağustos 2002 kararlarını alan TBBM’nden davacı olacaktır.

Türkiye uzun süreden beridir bir AB heyecanı içerisinde. Gerçi bilinçsizleştirilen ve hafızası elinden alınan toplumun duyacağı heyecanın ne kadar sağlıklı olacağı sonuna kadar tartışmaya açıktır muhakkak ki…Yukarıdaki girizgâhın ardından, kurulan Türk devletlerinin en ihtişamlılarından birisi olan Devlet-i Aliye-yi Osmaniye’nin 1856 Paris Antlaşmasını müteakip başlayan Avrupalı olma sürecine değinmek istiyorum. 1856 Paris Antlaşması ve Islahat Fermanı’ndan sonra hukuken bir Avrupa Devleti sayılan Osmanlı’nın bu birliğe girdikten sonra başına gelen olayları iyi tahlil etmek gerekiyor. Ne gariptir ki bugün Türkiye Cumhuriyeti içinde yer alan kürt azınlıklar ne ise bundan 200 sene önceki Rum ve Ermeni toplulukları o idi. Devlet otoritesi ile sürekli çatışan ve sürekli olarak bağımsızlık ya da özerklik gibi taleplerle ana idari yapının karşısına çıkan tarafsa genellikle Yunanlılardı. 1866 ve 1896 yılında Giritte otoriteye iki kez başkaldıran Yunanlılar son 1897 savaşında acı bir şekilde mağlup edilseler de sürekli imtiyaz koparmayı bildiler.

- Reklam -

Osmanlı’nın Islahat Fermanı’nı imzalamasından üstünden 20 sene geçmeden 1875 senesinde Balkanlar’daki diğer etnik azınlıklar da teker teker ayaklandılar. Bu ayaklanmalar zaten mahvolmuş devlet düzeni ve otoritesini daha da vahimi ekonomisini temellerinden sarstı. Günümüz şartları ile bir kıyaslamaya gidildiğinde tarihin aslında düzenli bir şekilde tekerrür eden bir yapısının olduğunu adeta bir defa daha teyid ediyoruz zira 1875 Balkan Bunalımını takip eden süreçte 1878 senesinde Kıbrıs İngiltere’ye üs olarak hediye edildi…Kırım Savaşı’nın ardından ilk defa borç almaya başlayan Devlet-i Aliye 1856 senesinden 25 sene sonra, bir Avrupa devleti sayılmasına rağmen Düyûn-Umumiye idaresinin eline teslim edilerek ekonomik açıdan sıfırlandı. Bakmasını bilen gözlerin bu tarihi olaylardan çıkaracağı o kadar çok s onuç var ki. Geleceğimizin deney ve gözlem alanı olan tarihe hak ettiği saygıyı duymamamız ve hak ettiği değeri vermememiz bakalım başımıza daha ne kadar çorap örecek.

2 Ağustos 2002 kararlarının ardından Türk siyasetinin iradesi, Türk Devleti’nin kuruluş ölçütleri ile bire bir zıt ve çatışır bir biçimde tecelli etti. Aslına bakarsanız burda sorgulanması gereken temel sorun o ki, vekillerimizin tek eksiklikleri tarihten ders almayı bilmemelerinin ya da başka bir ifade ile yakın tarihte gelişen bir takım olaylardan haberdar olmamalarının dışında apayrı bambaşka bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım öyle bir bakış açısıdır ki, bakmayı bilen gözlerin içinde şimşekler çakmasına, bakmayı bilmeyen gözleri taşıyan, arlanması olmayan suratlara da tokat gibi çarpan bir yaklaşımdır. Gazi Paşamız Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk isimli eserinin 388. sayfasında bakın ne diyor “Bu vesileyle muhterem milletime şunu tavsiye etmek isterim ki, başına geçireceği insanların kanındaki ve vicdanındaki cevher-i asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an fariğ olmasın” Acaba Atatürk’ün her ortamda gür bir sesle ifade ettiği Türk milliyetçiliği fikrini sulandırarak kültür milliyetçiliği olarak yorumlayarak ve daha da acısı bunu kamuoyuna yutturma kaydına muvaffak olarak yüce Türk milletini Atatürkçülüğün özü ile tanıştırmaktan korkan çekinen kara niyetli kara yüzlü çatal dilli siyasetçiler ve kalemşörler bu söze ve bu mantığa karşı nasıl bir yaklaşım geliştirecekler.

Ufuk ve vizyondan yoksun bir siyasi anlayış zorla bir şeye benzemeye çalışır ve bu uğraşından da hiçbir an geri kalmaz. Milli hedef olarak Avrupa Birliğini seçmek kadar ufuksuz ve vizyonsuz bir siyasi yaklaşımı kabul eden riyakâr politikacılar 57. hükümetin hükmi nezdinde Türk tarihine asla çıkmayacak kara bir leke olarak geçmiştir. Yine Atatürk’ün bir davette kendisine “Ne zaman batılılaşacak ya da Amerikanlaşacaksınız?” diyen gazeteciye verdiği cevap milli ufuk ve milli bakış açısından, dikkate ve takdire şayandır. “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de batılılaşacaktır. O sadece özleşecektir.” Siyasetin en çirkin taraflarını izlemeye alışık olduğumuz ülkemizde, Allah derken gözleri fıldır fıldır olan ve ağzından düşürmediği rantiyeci kelimeleri ile dini söylem satıp oy alan, aman yanlış anlaşılmasın -kesinlikle dindar değil- “dinci” partinin şimdi yasaklı olan büyük başının 11 Nisan 1970 tarihinde Milli Nizam Partisi genel başkanı sıfatıyla meclise verdiği “Geçiş dönemine girişimizdeki usulsüz ve milli menfaatlere aykırı tutumundan dolayı hükümet hakkında bir gensoru açılmasına dair” önergenin içeriğine milli nizam ekolünün şimdiki temsilcisi olan SP ve AKP gibi partilerin siyasi çizgilerindeki karaktersiz değişimin daha net bir şekilde anlaşılabilmesi bakımından değinmek istiyorum. Ortak Pazar bir katolik birliğidir. AT Türkiye’yi Hristiyan Avrupa içerisinde eritecektir. Milli Nizam Partisi’nin ortak Pazar hakkındaki görüşü açık ve kesindir. Biz Türkiye’nin batı ile tek devlet olmasını gaye edinen ve asıl gayesi siyasi ve ideolojik olan ortak pazara kökünden hayır diyoruz. Edep Yahu! Siyasi hayatımıza karaktersizliği sokan seçim zamanlarında sırtına bakliyat küfelerini vurup şehre küstü muhitlerinde gezinen mantıktan ne beklenir. Gün gelir millet ve milliyetperver olurlar, gün gelir vatanın göz göre göre üç otuz Euro’ya satılmasını yönetimini üstlendikleri belediyelerde havai fişek gösterileri yaparak kutlarlar. Aslına bakarsanız özellikle kürtçe konusunda SP’den aksine bir tutum beklemek yanlış olurdu. Bu karaktersiz siyaset anlayışının temsilcilerinden birisi olan Fethullah Erbaş denilen kişinin Van milletvekili olduğu dönemde, PKK kampına sözüm ona esir edilen askerleri kurtarmak için gittiğinde nasıl bir itibar ve iltifata mazhar olduğunu nasıl ağırlandığını hatırlayınız lütfen. Bir yerde okumuştum, Avrupa birliğini en çok isteyen bölgemiz Güneydoğu Anadolu Bölgemizmiş. Olağan karşılıyorum, yurdumuz bölgeleri arasında, sarışın mavi gözlü kesimin toplam nüfusa oranının en fazla olduğu bölgemiz bu bölgemizdir herhalde.

- Reklam -

2 Ağustos kararları ile Türkiye Devleti açıkça kuruluş ölçütlerinden uzaklaşmıştır. Yazının başında yer alan söz, Gazi Mustafa Kemal’in ne kadar büyük bir Türk milliyetçisi ve ne kadar ciddi bir “TURANCI” olduğunu alenen gözler önüne sermektedir. Atatürkçülüğün idari yapıdan neredeyse tasfiye edildiği bu günlerde, emperyalizme karşı savaşmış bu millet emperyalizme alenen peşkeş çekilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölçü ve ölçütlerinden ne kadar uzaklaşıldığı, milli ülkü ve şiarların 2 Ağustos kararları ile ne kadar zıt olduğunu Mustafa Kemal’in Türk Milli Talebe Birliğine gönderdiği telgrafta göze çarpmaktadır.

(27.III.1933)

İstanbul’da Milli Türk Talebe Birliğine

Milli ülküye ulaştıran öz dil yolunda durmadan, şaşmaz büyük adımlarla yürümeğe verdiğiniz değerden dolayı sizi överim. Yürekten sevgiler çocuklarım.

Reisicumhur

Gazi Mustafa Kemal.

Milli ülkünün anahtarının Türkçe olduğunu düşündüğünü gördüğümüz Atatürk’ün dilinden Meclisin 256 adet vatanı ruy-i zemin, milleti nev-i beşer olan vekiline sormak istiyorum. Kürt dili ile kimin milli ülküsüne ulaşacaksınız efendiler? Bütün bunların üzerine gün gibi aşikar bir gerçek olan Türk Devleti’nin AB’ne girişinin ekonomik ölçütlerinin kısa bir vadede gerçekleşmesinin imkânsızlığı da eklenince, utanmadan bu kanunları çıkaranlar Türkiye’yi yaklaşık bir 15-20 sene enflasyonun yıllık yüzde %4 olduğu günleri beklemeye mahkûm ediyorlar. Bu süreçte Türk insanı azınlıkların, neredeyse çoğunluk haline geldiğini maalesef gözlemleyecektir. Dil noktasında verilen tavizler ve hakların belirli bir sürecin başlangıcı olduğunu görmemek ya tarih karşısında kendisine çok güvenmek ya da -gaflet dalalet değil de- açıkça hıyanet içinde olmak durumu ile açıklanabilir.

Fransızların saygın gazetelerinden birisi olan Le Monde’un 3 Ağustos 2002 tarihli haberine bakalım. “ Türkiye’nin AB üyeliği kolaylaştı. Fakat, AB yasalarının kabul edilmesi, belki Brüksel’i ikna etmeye yetmez. Buna rağmen Türk demokrasisi ve halkı açısından bu yasalar büyük bir adımdır” Le Monde gazetesinin tavrı, bizim için bir gösterge olmalıdır. Zira bu tavır bize karşı verilecek “olası ve yakın” olumsuz bir cevapta ağzımıza çalınacak bir parmak bal olacaktır. Bizi demokrasi ve çağdaşlık yolunda olumlu adımlar attınız lâkin e hani Kıbrıs diyeceklerdir üzeri kapalı bir biçimde. Bütün bunları göremeyecek kadar aptal olmayan fakat zamanında bizi yine şu koşulsuz destek söylemleri ile “Gümrük Birliği’ne” sokarak ülke ekonomisini hançerleyen Amerikan vatandaşı bayan yine koşulsuz destek diye ünlemekte. Bebek katiline sayın diyecek kadar dili değil “beyni” sürçen bir siyasetçinin, ben sizin ananızım, bacınızım söylemleri ile, ülkenin iktisadi ve sosyal bakımdan anasını-bacısını ağlatan bir siyasetçiden şimdi nasıl karakterli ve milli bir tepki bekleriz ki?

Milli devletin milli onurunu ayaklar altına alan Meclise ilk teşekkür eden, milli devletin milli ordusu ile senelerce savaşmış olan kanlı bir terör örgütünün siyasi temsilcisi olan partinin genel başkanıymış. Herhangi bir HADEP mitinginde ya kongresinde bölücü başının ya da örgütünün bayraklarını görmeyeniniz var mı diye sormak isterim bu vekillere…Hazin olan, ülkenin satıldığının, kötü niyetli ellerin kararmış beyinlerin kirli emellerine alet edildiğinin göstergesi olan durum, Hadep’in kongresinde bir adamın Türk bayrağımızın iplerini kesmesi ile Türk siyasetinin yüz karası olan ANAP’ın genel başkanının “Bırakın bu bayrak-mayrak işlerini” kabilinden sözlerindeki fikir ve eylem paralelliğidir. Milli özne küçümsenmekte önemsizleştirilmektedir. İşin diğer tuhafı karaktersiz siyasetin yıllar öncesi ve yıllar sonrası arasındaki uzlaşmayan farklıcalıklardır. Bakalım Mesut Bey’in 25-06-1996 tarihli grup konuşmasına… “Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz Grup toplantımızdan sonra, geçen bir hafta içerisinde en önemli, en üzücü ve zannediyorum sadece partimizi değil, bütün milletimizi derinden etkileyen olay, HADEP Kongresinde Bayrağımızın uğradığı hakarettir. Bayrak, bir ulusun birliğinin, bütünlüğünün sembolüdür, bağımsızlığının sembolüdür. Hele biz Türkler için bayrağın çok öze, çok kutsal bir anlamı vardır. Elbette ki bayrağımıza karşı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sıfatını taşıyan, statüsünü taşıyan bazı kendini bilmez hainler tarafından girişilen bu eylem, hepimiz için son derece üzücüdür. Nefretle, şiddetle telin edeceğimiz, kınayacağımız bir olaydır.” Siyasi bukalemunluğun hatrı sayılır ekolünden gelen Yılmaz ve partisinin, bayrak ile ilgili bu kadar milli tavır koyduğu zamanlarda, gümrük birliğine ateş püskürdüklerini de unutmadık.

Kimsenin aklından bir an çıkarmaması gereken bir gerçek varsa o da, Türk topraklarının her biri haliyle Anadolu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve diğer Türk devletleri Türklere ve kendisini kültür genleri ile Türklüğe bağlı hissedenlere aittir. Bu topraklarda yaşayan asli unsur Türklerdir, asıl olan Türklerdir. Her ne kadar yönetenler için bunu söylemek imkânsız olsa da yönetilenler için bu böyledir gün gibi açıktır. Türk milletine bu noktada düşen en büyük görev en başta asli unsur olduğu bilincini kavraması ve bu doğrultuda “başına getireceği insanların kanındaki cevher-i asliyeyi doğru tayin etmeyi bilmesi” sonra da idari yapının Türk için Türk’e göre ve Türk tarafından tesis edilmesi sürecine katkıda bulunması dolayısıyla bunun içinde her açıdan donanımlı bireylerden oluşmasıdır. Tarih önünde ağır bir vebal altına giren 256 kişilik kendini bilmez ya da “kendilerini çok iyi bilir” kalabalığın 30 bin insanımızın kanı üzerine aldığı kararları esefle ve şiddetle kınıyor ve lanetliyorum. Bugünkü Hürriyet Gazetesi’nde, önceden şehit analarını bebek katilini affa çağırmaktan sabıkası bulunan çok gelişmiş yaşam formu Ertuğrul Özkök’ün yazdığı daha doğrusu kustuğu yazının başlığı aynen şöyleydi. “Biji Türkiye” Bu cümlenin bu kanunları çıkaran 256 kişilik kalabalığın içine sineceğinden zerre kadar şüphem olmadığını belirtmek isterim. Bununla birlikte sormadan geçmeyeyim…Ey Paşalar! Sizin içinize sinmedi değil mi?

İsa Akif Yümnü.

Tanrı Türk’e Onurlu Bir Savaş

Görkemli Bir Utku Versin…

Elmek: ferhan@turan.tc

 

Orkun'dan Seçmeler

Toplantı ve kutlamalar

Kaybedilen Dâvâ

- Reklam -