Ana Sayfa 1998-2012 ARABESK KAZANINDAN ÇIKAN BÛY-I VATAN

ARABESK KAZANINDAN ÇIKAN BÛY-I VATAN

Nâmık Kemâl’in, en fazla şöhret bulmuş unvânı, “vatan şâiri”dir. Sâdece şiirlerinde değil, “Vatan Yâhut Silistre” başta olmak üzere, tiyatro ve diğer mensur eserlerinde de, “vatan” temasını kendine sembol yapan Nâmık Kemâl’e, “vatan şâiri” olmak, elbette çok yakışıyor ve o, bunu fazlasıyla hak ediyor.

- Reklam -

Lâkin, ona “ilk vatan şâiri” denirse, bahtsız Osmanlı şehzâdesi Cem Sultan’a haksızlık yapılır. “Midilli Mutasarrıfı”na yaklaşık dört yüz sene tekaddüm eden Cem Sultan, öyle lâf olsun diye kalem oynatmamıştır. Fatih’in bu civân-mert oğlu; babası ve – ağabeyinin torunu – Kaanûnî âyârında büyük bir şâirdir.

Cem Sultan’ın, doğuştan taşıdığı “şiir mâdeni” – ciltler hacminde romanlara bedel – kısa hayatı içinde, “hakikat taşı”na vurula vurula, iyice parlak ve keskin hâle gelmiştir.

Anadolu’da gelişen ve sonraki yıllarda üç kıtaya yayılan “Osmanlı” Türk edebiyâtının, bilinen “ilk vatan şâiri”, tereddütsüz Cem Sultan’dır. Şu fevkalâde mısrâlarda terennüm edilen “vatan”, ne kadar ulvî ve mübârektir:

“Can dimâğına ireli bûy-ı vatan

Dil diler kim, görüne rûy-ı vatan

Çeşme-i hayvandan iy cân hoş durur

- Reklam -

Ben garîb üftâdeye cûy-ı vatan

N’ola istesem çün yiğ durur

Bâğ-ı cennetden banâ kûy-ı vatan

Gönlüm eyler dâimâ ânı taleb

Bend olaldan banâ giysû-yı vatan

- Reklam -

Hurrem olub cân-ı Cem her dem safâ

Dil sabâdan alalı bûy-ı vatan.”

Mısır, Rodos, Fransa ve nihâyet İtalya gurbetlerinde, “vatan” hasreti tam mânâsıyla bir “kavrulma” merhalesine ulaşan Cem Sultan, bizim hakikî “İlk vatan” şâiri”mizdir. Ölüm sahnesi de bu unvânı ölümsüzleştiriyor.

Bir kısım İttihadcılara göre “Kabe-i Hürriyet” olan Selânik, daha “dün” denecek kadar kısa zaman öncesinde vatan coğrafyamızın azîz köşelerinden biriydi. Ebedî Türklük sınırlarının içinden aslâ çıkmayan ve çıkarılamayacak nice şehirlerimizden biri de Selânik!

Burada bankerlik ve sanâyicilik yaparak büyük servet edinen Allatini ailesi, 1888 yılında İtalyan mimar Vitaliano Poselli’ye bir köşk yaptırır.

Selânik, Osmanlı şehirleri içinde Yahudi nüfûsun hissedildiği yerler arasında önde geliyordu. Allatiniler de selânik Yahudilerindendi.

Adı “köşk” olmakla berâber, “saray” özellikleri taşıyan bu mâlikâne, 1909-1912 arasında mahlû Sultan Abdülhamîd Hân-ı Sânî’yi ağırladığı için resmî târih kayıtlarına geçmiştir.

Sultan Reşad’ın, Rûmeli seyahati münâsebetiyle uğradığı Selânik, o fevkalâde günlerin tedirginliği içinde, iki kardeş hükümdârı misafir etmenin gurûrunu yaşar.

Yine, o “ziyâret-i hümâyûn”un bir hâtırâsı olarak, Mabeyn Başkâtibi Hâlid Ziyâ (Uşaklıgil), Pâdişâh’ın selâmlarını iletmek için Allatini Köşkü’ne gider ve Sultan Abdülhamîd’den “bir ihtiyâcı olup olmadığını”, kardeşi sultan adına suâl eder.

Hâlid Ziyâ’nın, “Saray ve Ötesi”nde anlattığı bu enstantane, en hissî ve de trajik “Sultan Hamîd”li satırlardandır.

Sâbık hükümdârın, yaşca kendinden küçük meşrû pâdişâh kardeşinin başkâtibine gösterdiği saygı, aslında “devlet”e gösterilmektedir. Osmanlı Hânedânı mensuplarının görünen tevâzûları ardında, hep bu “devlet”in yüceltilişi durmaktadır.

İstanbul’dan Selânik’e, oradan da bütün “Memâlik-i Şâhâne”ye yayılan bu “devlet” şuûru, aynı zamanda Türklük şuûrudur. Türklük deryâsından damlayan hamâset zerreleri, bu şuûru bestelere taşımıştır. Görünüşde beste ile güfte birbirine muhtaç zannedilir.

Bâzı güftelerin, besteye ihtiyâcı yoktur. Bu söz dizilişleri telâffuz edilirken, tabiî bir bestenin de kulaklara misâfir olduğunu fark edersiniz.

“Kiziroğlu Mustafa Bey”i “Köroğlu” ile karşı karşıya getiren o güzelim güfte, kendi bestesini yapmış gibidir:

“(Heeey!) Bir hışmınan geldi geçti!

Kiziroğli Mustafa Bey.

(Hanım kim? Canım kim?

Nigâr kim? Kim? Kim?)

Şu dağları deldi geçti!

Kiziroğli Mustafa Bey!

(Bir bey oğli Mustafa Bey!)
* * *

(Heeey!) Bir at biner ala paça!

Mecâl vermez Kırat kaça!..

(Hanım kim? Canım kim?

Nigâr kim? Kim? Kim?)

Az kaldı ortamdan biçe!

Kiziroğli Mustafa Bey!

(Bir bey oğli Mustafa Bey!)

* * *

(Heeey!) Hey deyende haya deper!

Huy deyende huya deper!

(Hanım kim? Canım kim?

Nigâr kim? Kim? Kim?)

Köroğli’ni çaya deper!

Kiziroğli Mustafa Bey!

(Bir bey oğli Mustafa Bey!)”

Köroğlu’nun ve onun efsâneleşmiş Kırat’ının şöhreti, kuvveti mâlum… Karlı Altay tepelerinden Bolu Çamlıbel’e uzanan umûmî kabûl; sanırsınız ki, Köroğlu’nu ve Kırat’ı rakibsiz kılar… Hiç de öyle görünmüyor. Köroğlu’nu da, Kırat’ı da “deper” ve “kaçar” fiillerine mahkûm edecek bir Kiziroğlu Mustafa Bey, erlik meydânında “er” arıyor.

Kiziroğlu’nun bu cesâreti ve mertliği -en azından güftede-, Köroğlu ile mukâyese edilmekten pek mes’ûd manzaralar çiziyor.

Köroğlu; Kırat’ıyla Bingöl yaylalarında “bengi su” içen ve nihâyetsiz bir Türklük coğrafyasında hamâsetîn gür sesi olan kahramanlık timsâli… Elbette, merdâne gayretlerin mihenk taşı o olmalıdır. Kiziroğlu’nu, bu isâbetli rakib seçimi yüzünden takdir etmelidir. Fakat, esas zafer sâhibi, bu güfteye rûh veren, beste üfleyen Türkçe kelimelerdir… Bugünkü arabesk söyleyiş ehline, bu zaferi anlatabilir misiniz?

Hakîkati değerli kılan, onu taşıyan insanların seviyesidir. “Arabesk” ve ayak takımının takdim ettiği hakikat, kıymetini yerlere sermiştir.

Burada “arabesk”ten kastedilen, derinliği olmayan, zevki bayağılaştıran bir yaşayış biçimidir. Mimârî ve süsleme san’atları başta olmak üzere, “Arab” tarzındaki muhterem yönelişi tenzih etmelidir. Aynı ismi taşımanın ötesinde, ikisi arasında hiçbir muhtevâ benzerliği yoktur.

“Bol acılı” bir müzik (!) çeşidi için de aynı adı kullanıyorlar. Ne güftede, ne de bestede Türk bediî zevkini hak edecek hiçbir zerreye sâhip olmayan bu “bağırma, çağırma” nidâlarının, iktidâr mevkiinde olduğunu görmek, geleceğimizi karartıyor.

İşin daha da ağır yanı, iktidarı tenkid edecek muhâlefetin, “arabesk” değerlere, cansiparâne sarılışıdır.

Alan râzı, satan râzı. O zaman, bize ne yapmak düşer? Her kavim, müstahak olduğu şekilde idâre edilir. Kimse, kusura bakmasın, “yurdumuz insanı”nın millî, dinî ve insânî hasletleri, hep “arabesk” kuyusundan çıkarılan suyla yıkanıyor.

En hassas ve ciddî konularda bile, hiç farkında olmadan “arabesk” takılıyor, neticesinde umûmun gözüne giriyorsanız, bunda -kör mantığı ile- hikmet aramaz mısınız?

Bâzı durumlarda, çoğunluğun dediği yapılırsa, millî felâketler silsilesine kapı açılır. Çünkü; hakîkat, çoğunluk denilen arabesk kalabalığa boynu bükük, sesi kısık şekilde görünür.

Dağın arkasındaki hedefi; önce görmek, sonra da vurmak için, Fâtih’e ve onun icâdı havan topuna ihtiyaç var. Arabesk çığlıklar atılarak sevinilen hâlimiz, ağlanası bir manzara… Sevgiden behresi olmayan cemiyetlerin hâl-i pür-melâli, -maalesef- böyle oluyor.

“Kork, Allah’dan korkmayandan.” sözü, günlük hayâtımızın vazgeçilmezlerinden. Yüreğinde, vicdânında, dimâğında Allah korkusuna rastlanmayan kişiden, her türlü mel’anet beklenir.

Ancak, bu meselin “korku”da temerküz etmesi, “sevgi”nin gücünü mezâda çıkarıyor. İnsanlığın birinci mes’elesi, “sevgi”yi öne koymak değil midir? Her nesne ve mefhûmda olduğu gibi, Allâh’a yaraşır kulluğun şiârı da, onu sevmektir. Zîrâ; sevgi, öylesine engin bir ummândır ki, içinde korkuyu da muhâfaza eder.

Hoca Dehhânî’nin:

“Od ile korkutma vâiz bizi kim, lâl-i nigâr

Cânımız bizüm oda yanmağa mûtâd eyledi.”

derken altını çizdiği sevgi vüs’ati, budur. İşte bu yüzden, yâni “sevgi” nin câzibesi yüzü suyuna, ortalama kültür havuzundaki insanımız (Avam); yalanla avutanı hakîkatle korkutana yeğ tutmuştur.

Allah’dan büyük hakikat olmayacağına göre, “korku” yerine “sevgi”yi ikâme etmek lâzım. Zâten, korku kapısının cehâlete; sevgi kapısının ilme, irfâna açılıyor olması da, bu mecburiyete selâm gönderiyor.

Ama, doğruyu söylemek kolaydır da, anlatmak müşkildir. Sevgi üzerine sarf edilen bunca söz sermâyesine itirâzı olmayan yığınların, yine de korku pazarında file doldurmaya çalıştıklarını görüyoruz.

Korku üzerine kurulan sistemlerin en ucuzu ve belâlısı, siyâset… Dikkat ederseniz, bütün siyâsîlerin vücûd dilleri: titreme, ürkme, tehdid lâbirentlerinde dolaşıyor. Sükûnet, rehâvet, nasihat yolunu seçenlerin politika dehlizlerinde kaybolmaları, hiç de şaşırtıcı değil…

“Sevgi”de taraf tutmak, futbol takımı tutmak seviyesinde bir “at gözlüğü bakışı”. Âdemoğlunun, sâdece kendini sevenleri sevmesi, “muhabbet” değil, “mübâdele”.

“Seni sevmeyen ölsün!” diye, fiyakalı bir lâf vardı. Kamyon-minibüs edebiyatının tanınmış cümleleri arasında epeyi öne çıkmıştı. Şimdi, aynı aforizma(!) T.C. Devleti’nin üst katına asıldı. Bu, elbette milletimiz adına tâlihsizlik.

Söz kalabalığı ve göstermelik telâş havaları arasında; her işe koşuyormuş, her mes’eleyi çözüyormuş, her sıkıntıyı gideriyormuş gibi görünüp, dipsiz kuyulara düşmek; ezcümle, son gaz gayretle hiçbir şey yapamamak, tembellik değil de nedir? Bu yüzden, sırf boş durup boş oturanlara “tembel” diyerek haksızlık etmeyelim.

“Sevgi”nin hakkını veren, mesâînin de bilfiil üstesinden gelir. Ama, fanatizmin dar çemberini kıramayanlar, aslâ gönül sırçasını okşayamazlar.

“Benden yana isen, bin yaşa! Değilsen, kahrol!” âlâyişi, nice “devletlû”ya, “devlet”siz âkibetler göstermiştir.

“İcraat” dediğin, çok geniş mânâda kurdu, kuşu da gözetir; lâkin, aslı ve de özü insana yöneliktir. Merkezinde insan bulunmayan icrâ, dâimâ hatâya mütemâyildir.

Hatâların tekrarlanması, cezâyı kenâra itecek derecede alkış alıyorsa, işte orada durmak lâzım. Çünkü, cezâ semtine uğramadan art arda koşuya çıkarılan hatâlar, ahâli nezdinde sevâbdan sayılır. Bu ise, en basitinden giriftine doğru, tepetakla olmuş hukuk demektir.

Afrika’nın balta girmemiş bölgelerinde, hâlâ gülme ve ağlama fiillerine becâyiş yaptıran kabîleler yaşıyor. Yakında, koskoca Türk milletini de, aynı “tamtam” sesiyle hizâya sokarlarsa, acebe ve şaşıra kalmayın!..

“Allah şaşırtmasın..” duâ ve temennîsini sık sık telâffuz ediyoruz. Çünkü, etrâfımızda hem yükselmek için yolunu şaşıranlar, hem de yolunu şaşırarak yükselenler cirit atıyor.

Bütün dünyâda var ama, en çok Türkiye’de rastlanan bu şaşırmış insanlar gürûhu; tesâdüflerle, kendi karakterlerinde meydâna gelen aşınmayı, neredeyse mukaddes mevkilere çıkaracaklar.

İlâhî menşe’li mesajlarla beşerî hezeyanları yan yana koyma küstahlığı, ancak bize mahsus bir ritüel karikatürü. Vıcık vıcık yaranma cümleleri, kendini -hâşâ- “dağ yaratma” makâmında gören afralar, tafralar; sonunda bakıyorsunuz, “yoğurt satma” nidâlarına dönüşmüş.

Küçük kâğıt parçalarını kendine çeken fosilleşmiş kehribar gibi, bu şöhret şımarıkları, hemen bütün sâhalarda – en çok da siyâsetde – kendi cumhûriyetlerini ilân ediyorlar. Fakat, daha ilk adımda diktatörlük hevesinde oldukları anlaşılıyor.

Artık, yazılı ve görüntülü basında haber sitilleri değişti. “Magazin” adı verilen gayr-ı ciddî ve gayr-ı ahlâkî “paparâzi” bakış açısı; evlerimizi, iş yerlerimizi önce işgâl, sonra da târumâr eyledi.

“Etik” mefhûmu ile uzaktan, yakından alâkası olmayan, ama, kendi pespâyeliğine modernlik elbisesi biçen bu “tarz-ı hayât”, yakında bu memleketin hâkimi olursa, hiç ama hiç taaccüb etmeyin…

Bir milletin medeniyet ölçüsü, basîretli insanlarına gösterdiği hürmetin derecesi ile ortaya çıkar. Günün yirmi dört saatinde kadın vücûdunun teşhirine vesîle olan televizyon ekranlarıyla büyük (!) gazetelerin arka sayfalarına destek çıkan bol resimli, seviyesiz ilâveleri, acaba, hangi basîretin keşfine sponsorluk yapabilir?

Böyle bir basın manzarasından, hayra yönelik netice çıkar mı?.. çıkmayacağı, bir birine karışan adımlardan anlaşılıyor.

“Âheste giden erişür menzil-i maksûda,

Tiz reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır.”

diyen hikmet ehli, ince tülbendlerden süzülmüş bu insanlık tecrübesi nektarını, bilhassa siyâset meydânında yürüyenlere “küpe” yapmış.

Politikada, millete rağmen davranıp yanlış yola girenler, hep hızlı yürürler. Onların sür’atine şaşmamak, elde değildir ama, başka da yapacak şeyiniz yoktur. Siz de şaşar, şaşar ve de şaşarsınız. Çünkü, elinizden gelen, sâdece budur.

Bâzıları, politikayı zekâ seviyesi yüksek insanların meşgalesi sansa da; durum, yakın plânda bambaşka görünür. Elhak, cevelân-ı siyâsetde zekâları ile geçinenler vardır. Lâkin, siyâsîlerin ezici çoğunluğu, bulundukları mevkii hamâkatları sâyesinde muhâfaza etmektedir.

Vasat bir kavrayış kâbiliyeti ile dahi üstesinden gelinebilecek nice mes’elenin, “kangren” sınırına taşınmasında, bu politik “çan eğrisi” profilinin, mutlaka hesâba katılması lâzım.

Türk milletini, bunca yıldır sığ sularda dolaştırıp, “okyanus”da yaşadığına inandıranlar, hep bu hamâkat çuvalına çuvaldız batıranlardır.

Ne zaman, işler millî irâdenin arzu ettiği mecrâda kotarılmaya çalışılsa; hiç gecikmeden, ânında “fedâkârlık” terâneleri havada uçuşmaya başlar. O zaman anlarız ki, milletden fedâkârlık isteyenler, “musluk açıkken kovaları dolduralım” moduna çoktan geçmişlerdir.

“Bu memleketin, hayâtî derecede mühim iç ve dış mes’eleleri varmış; vâr olma, yok olma noktasına gelinmiş de, hemen tedbir almak lâzımmış” tarzındaki alârm cümleleri, “geyik” reyonuna havâle ettirip; ordu ağırlıklı bankamıza varıncaya kadar, eteğimizi yabancıların kazanına boşalttıranlar; ne yapıp edip millî ve dinî sıfatları pazûbende yazıp kollarına yapıştırıyorlar. Ne diyelim?

“Kişinin görünür rütbe-i aklı eserinde…”

Milletlerin akıl rütbeleri de târihlerinde ve vatan toprağının zerrelerinde görünüyor.

İstanbul Boğazı’nın en güzel köşelerinden Kuleli, daha çok buradaki askerî lise dolayısıyla tanınmıştır.

Çengelköy’le Varniköy arasındaki Kuleli, târihi boyunca hep asker manzaraları seyretmiştir. 1872’den itibâren askerî okulu bünyesine alan Kuleli Kışlası, bu yılın öncesinde ve sonrasında sürekli bir gidiş gelişe sahne olmuştur.

93 Harbi, Balkan Harbi gibi felâketle biten siyâsî, askerî gelişmeler, Kuleli’deki okulun zaman zaman başka mekânlara taşınmasına yol açmıştır. Bu geçici nakiller, yine İstanbul içinde olmakta, dolayısıyla okulun bulunduğu şehir değişmemekteydi.

İkinci Dünya Savaşı başlarında da mektep, derslerine İstanbul Kuleli’de devâm etti. Fakat, 6 Nisan 1941’de Alman ordularının Balkanları işgâli ve Türk hududlarına yaklaşması üzerine, o yılın Mayısında okul Konya’ya taşındı 21 Ağustos 1947’de tekrar İstanbul’a döndü.

Konya ile Boğaziçi’nin Kuleli kaderi; berâberliğe, birlikte olmaya, böyle bir sürpriz gelişme yüzünden mahkûm olur. Kim bilir? Belki, bu tâlihde Selçuklu, Karaman ve Osmanlı hânedanlarının kucaklaşması gerçekleşmiştir.

Bâzı fotoğraf kareleri, çıplak gözle bakanlara dahi, ciltler dolusu mesaj veriyor. Kuleli Askerî Lisesi’nin Konya’ya taşınması; vatan şehirlerinin bir arada ve bir bohçada görülmesinden başlayarak, işleyen saatin müteferrik parçalarından her birinin ayrı değerde mühim oluşlarına kadar, bize millî ufuk çizgileri hazırlıyor.

Konya’sız İstanbul olmayacağı gibi, İstanbul’suz Konya da olmaz. Bunu, bilhassa bir kısım kendini bilmezlerin Diyarbekir’li rüyâlar gördüğü bugünlerde; bilmeyenlere öğretmek, unutanlara hatırlatmak lâzım. Bize, Türk ordusunun kurmay kadrosundaki Kuleli-Konya mayasını, bütün vatan sathına yaymak ve bu coğrafyaya sâhip çıkmak düşüyor…

 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -