Ana Sayfa 1998-2012 AB'ne Gireceğiz de... Nasıl?

AB’ne Gireceğiz de… Nasıl?

“Medeniyetler Çatışması” adlı makalesinde, önümüzdeki dönemde dünyanın ekonomik ya da ideolojik esaslara göre değil de kültürlere göre bölüneceğini; global politikaların asıl mücadelelerinin farklı medeniyetler arasında olacağı tezini ileri süren Samuel P. Huntigton, bu kehanetlerinin içinde Türkiye-AB ilişkisine de şöyle yer veriyordu: “Bir kısım “bölünük ülke”ler, Batı’nın üyesi olmayı arzu ediyorlar; fakat bu ülkelerin tarih, kültür ve gelenekleri Batılı değildir. Bunun en tipik örneği, yani tarihin en bölünük ülkesi ise Türkiye’dir. Türkiye’nin seçkinleri Türkiye’yi Batılı ülke olarak tanımlarken, Batı’nın seçkinleri Türkiye’nin öyle olduğunu kabule yanaşmıyor.” Huntington daha da açık ve kesin kehanetini ortaya koymaktan çekinmiyordu: “Türkiye AT’nin bir üyesi olmayacaktır; gerçek sebebi Özal’ın dediği gibi “Biz Müslümanız, onlar ise Hristiyandırlar ve fakat bunu asla dile getirmiyorlar.”

- Reklam -

Huntington’un bu kehaneti gerçekleşecek mi? Yani, Türkiye asla AB üyesi olamayacak mı? Gerçekten de, önümüzdeki dönemde, global çatışmalar “medeniyetler” arasında mı olacak? Ve “farklı” bir medeniyet bağlantısı içinde olan Türkiye, “farklı” bir Avrupa’dan uzaklaşacak mı?

Tarihin milletler-devletler arasındaki mücadeleler tarihi olduğu ve hâlen bu mücadelenin devam ettiği; hattâ önümüzdeki yıllarda da sürgit devam edeceği gerçeğini gözardı eden Huntinton’un “‘medeniyetler çatışması” tezi, hem kendi ülkesinin, hem de diğer ülkelerin stratejistlerince eleştirildi ve çürütüldü. Gelecek ikibinli yıllardaki mücadeleyi tek bir “çatışma” unsuruna indirgeyen Huntington, diğer aslî çatışma ya da etkileşim unsurlarını (ekonomik, ideolojik ve siyasî) yok sayma hatasına düşüyordu.

Türkiye’nin Helsinki zirvesinin ardından “tam üyelik” için adaylığa kabul edilmesi ve “bekleme odası”na alınması bile “Türkiye asla AB üyesi olamayacaktır” diyen Huntington’ı hayâl kırıklığına uğratmış mıdır belli değil, ama şurası kesin ki, Türkiye’nin bu “bekleme odası”ndan ne zaman çıkacağı ve sonuçta AB’ye üye olarak kabul edilip edilmeyeceği, en az bizim olduğu kadar Huntington için de merak konusu olacak…

- Reklam -

ooo

Başbakan Bülent Ecevit’in Helsinki’ye gidip “aile” fotoğrafında yer almasıyla Türkiye’de bir “tartışma” doğmuş oldu. Biten tartışma “AB’ne girelim mi, girmeyelim mi?” idi. Helsinki’den gelen kuryenin yanında getirdiği “şartlar” mektubunun okunması, bir virgül değişikliğiyle “sakıncalı” maddelerin “sakıncasız” hâle getirilmesi ve sonuçta bu şartların kabul edilmesiyle birlikte “girelim mi, girmeyelim mi?” tartışması rafa kaldırıldı. Şimdi zuhur eden tartışma cümlesi ise şöyle: “Gireceğiz girmesine de nasıl gireceğiz? Nasıl girmeliyiz?”

- Reklam -

Merhum Erol Güngör yıllar önce şöyle demişti: “Avrupa Ortak Pazarı’nın kuyruğu mu, yoksa Orta Doğu’nun başı mı olacağız? Bize düşman olan ve düşman kalacak bir medeniyetin çöpçülük hizmetini mi, yoksa kendi medeniyetimizin öncülüğünü mü yapacağız? Türk münevveri bu konuda derhal bir karar vermelidir”.

Türkiye’yi, Türk milletini, Türk kültürünü, Türk-İslâm medeniyetini, bulunduğu coğrafî ve stratejik konumu çok iyi bilen ve tanıyan bir kısım şuurlu Türk münevveri bu konuda kararını veriyordu vermesine ama Türkiye’de bu münevverleri dinleyen, anlayan, ka’le alan siyasîler yoktu. Sonuçta, Türkiye’nin rotasının hangi yöne dönmesi gerektiğine karar veren ve uygulayanlar siyasîlerdi ve onlar da bırakın münevverleri dinlemeyi, ülkesini ve insanını bile tanımazken uzak bir kayıtsızlık cinnetinde çırpınıyorlardı.

40 yıllık süreç içinde, iktidara gelen her siyasî parti liderinin arzusu ve hedefi “Türkiye’yi Avrupa’ya entegre eden kişi” olmaktı. “İsteyenin bir yüzü kara” misâli, durmaksızın Avrupa’nın kapısı çalındı; içeri girmek için olmadık mücadele verildi. Hedef “tek”, yön “Batı” olunca, bizim için “baş mı kuyruk mu olacağız” sorusunun da bir anlamı kalmadı. Böylece “baş” olma şansı da, fırsatı da, ortamı da bu süreç içinde yok oldu. Öyleyse, elimizdeki tek alternatifi sonuna kadar zorlamalıydık. Madem ki bu tek hatlı raya girmiştik, sonuna kadar gitmeliydik…

Ecevit’in aile fotoğrafı çekilirken patlayan flaşlar, işte bu “tek yönlü” yolun sonuna gelindiği anı donduruyordu. Gelinen son istasyonda Türkiye bekleme salonuna alındı. Şimdi o salonda nasıl davrandığına ve istenilen şeyleri ne ölçüde yerine getirilip getirmediğine bakılarak ana kapıdan alınıp alınmamasına karar verilecek. Bu kararı, diğer üye ülkeler verecek. Bu ülkelerin arasında Yunanistan da var…

Artık bu noktada Türkiye’de çeşitli mahfillerde tartışılacak konu: “Girelim de… nasıl?”

Bu “nasıl?” sorusu alt sorulara açıldıkça tartışmanın boyutları da genişleyecek ve dağılacak şüphesiz. Bununla birlikte, bütün kesimlerde zihinlere takılıp kalan ve cevap arayan temel soru şu: “Entegre mi olacağız, teslimiyetçi mi?” Yani, nelere karşılık, hangi tavizlere karşılık biz AB’ye üye olacağız? “Sonra tali sorular geliyor: Diyelim ki üyeliğe kabul edildik; ekonomisiyle, siyasî yapısıyla, kültürüyle farklı bir topluluğa ne ölçüde uyum sağlayacağız? Bir başka soru da şu: Bekleme süreci içinde, Avrupa Birliği’nin üyelik için bize dikte ettiği şartların ne kadarını ve ne ölçüde yerine getirebileceğiz?

Adım attığımız 21. yüzyılın ilk yıllarında Türkiye’nin gündemini işte bu soruların ve muhtemel cevapların yer alacağı tartışmalar oluşturacak. Burada yine en önemli görev, münevverlerimize düşüyor. “Nasıl” sorusuna, şuurlu Türk münevverlerinin vereceği cevaplar, Türkiye’nin 2000’li yıllardaki geleceğini de şüphesiz önemli oranda etkileyecektir. Dileriz ki, siyasîlerimiz bu kez münevverlerin görüşlerine dikkat ve değer versinler.
 

Orkun'dan Seçmeler

- Reklam -