Ata sporlarımız deyince akla gelen ilk kelime, herhalde “güreş”dir. Aslından oldukça uzaklaşmasına rağmen, güreş geleneğimizin aynası hâlâ “Kırkpınar”. Târihde bu adı taşıyarak millete mâl olmuş güreş mahallinin, bugün sınırlarımız dışında kaldığını; Edirne’deki yeni mevkiin, tamâmen Kırkpınar’ın hâtırâsını yaşatmaya yönelik bir “makâm”dan ibâret bulunduğunu biliyor muydunuz? Uğursuz Balkan Savaşı’nın, Türk millî bünyesinden kopardığı Kırkpınar, yine de bahtlı sayılır. Hiç değilse o, ismi ve gönle akseden iziyle yaşıyor. Yaşatamadığımız yığınla vatan unsûru, tansiyonumuzu yükseltip yüreğimizi daraltıyor.
“Sarayiçi” adıyla bilinen şimdiki “Er Meydânı”; mânâsıyla mütenâsib bir şekilde, yeniden tanzim ve tezyin edilmelidir. Çanakkale tepelerindeki şehid mekânları gibi, Kırkpınar da, daha ilk görüşde, bizi târih içinde seyâhate çıkarmalıdır. Bâzı hususlar, paradan önce düşünce sermâyesine ihtiyaç duyuyor. Kaldı ki, bu iş için öyle erişilmez maddî imkânlar da lâzım gelmez.
Güreş dışındaki ata sporlarımızın ağırlığı, “at”la yapılan hareketlere dayanıyor. Atın, Türk târihindeki yeri öylesine büyük ki, onu çekip alsanız, geriye pek mânâsız bir kül yığını kalır. Güreşin ve Kırkpınar’ın iğdiş edilmesi gibi, “at tasavvur ve tahayyülümüz”de de nasırlaşmalar husûle geldi. Bugün, enikonu kumar metâı hâline sokulan at, menşe’ bakımından da İngiliz ve Arab siciline alındı.
Hâlbuki, bizim at geleneğimizin ince gözenekli tülbendinden süzülen ihtişâm, ağyârın her çeşit atını hasede atacak mikyâsdadır. Haymana’dan Cihanbeyli’ye, Karaman’a uzanan Orta Anadolu bozkırlarında, daha düne kadar, dünyânın en saf kan atları yetiştiriliyordu. Bu asil işi yapan Türklere, isimleriyle müsemmâ, “At Çekenler” deniyordu. Selçuklu’nun önderliğinde Oğuz boylarının, parantez içinde de başta Harezm olmak üzere öteki Türk zümrelerinin Fergana’dan Konya Ovası’na taşıdığı at kültürü; yabancı fikre ve desteğe muhtâc olmayacak bir saltanata sahipti.
Her işimizi çamura batırdığımız gibi, ata sporlarını da tanınmaz hâle koyduk. Bunun, şuûrlu bir eğitim dışında hiçbir çâresi yok. Türklük suyunun, kaynağındaki berraklığı, damak lezzeti, cehlin ve kasdın elinde bulanıp kekreleştirildi. Sâfiyetini özlediğimiz bu su; çayır-çimen, dağ-bayır âlemimizde hâlâ gümrâh şekilde çağıldıyor.
İstanbul’un şanlı ve nâmlı Fâtih’ine, fetihden sonra, eli kalem tutanlarca kasîde takdîm ediliyor, genç Pâdişâh da bunlara bol ihsanla karşılık veriyordu. Bir gün, Anadolu’dan yeni gelmiş bir saz şâiri: “Sabâhınız hayır olsun / Yediğiniz bal ile kaymak / Güzergâhınız çayır olsun.” mısrâlarını Sultân’a gönderdi. Fâtih, bu çöğür şâirini huzûruna getirtip, öncekilerine nisbetle kat kat fazla atiyyede bulundu. Bu, vezinsiz ve çalakalem sözlerin böylesine iltifâta lâyık olmadığını düşünenler: “Efendimiz! Bundan çok beliğ kasidelere daha az câize verdiğiniz hâlde, câhil birinin iki satırı neden bunca kıymet buldu?” demeye getirdiler.
Roma’nın vârisi: “Bunu, hepsinden samimî bulduğum için.” cevâbını verdi ve ilâve etti: “Bu adamcağız, ömründe en lezzetli yiyecek olarak bal ile kaymağı, en güzel yer olarak da çayırı biliyor… Başka bir şey görmemiş ki, bana onları lâyık görsün…” Anlayana, kıssadan hisse çok…
Bâzı sloganlar var ki, arkasındaki düşünce yapısı, daha önce hiç akla gelmemiş yeniliklere kapı açıyor zannedilir. Oysa, insanın yeryüzündeki romanı yazılmaya başlandığı andan beri, güneş ışığı altında telâffuz edilmemiş söz ve tefekkürden çıkmamış hüküm yoktur. Zamânımızın en çok gürültü çıkaran bahislerinden birisi, “çevre” başlığını taşıyor. Bu vâdide o kadar çok şamata ediliyor ki, bizden önce yaşayanların çevreye karşı kör, sağır ve dilsiz tavrı gösterdiklerini sanırsınız.
Hayatta olmamızın ve içinde yaşadığımız çevre nîmetinin sebeb-i vücûdu, bizden evvel yaşayanlardır. Bu, kabûl edilmedikçe; tarihe, coğrafyaya, ahlâka ters düşülür.
Kaanûnî Sultan Süleyman, münbit bir araziden geçerken, bahçesine ağaç dikmekte olan pîr-i fâni sakallıyı görünce yanına yaklaşır ve:
“- Beybaba, yaşın nihâyete yaklaşmış, bu ağacı niye dikiyorsun? Meyvesini yiyebileceğini mi umuyorsun?”
der. İhtiyar, bahçesindeki diğer ağaçları göstererek:
“- Sultânım! Bakınız, bunları babam ve dedelerim dikmişler, ben meyvelerini yiyorum. Bu gördüğünüz ağacı dikiyorum ki, torunlarım da bunun meyvelerini yesinler.”
Bu güzel sözleri dinle eyen Pâdişâh, ihtiyârı takdirle, bir kese altın verir. Altınları alan yaşlı adam:
“-Bakınız Pâdişâh’ım, ağacım meyvesini vermeye başladı bile.”
diye sevincini ifâde eder. Bu nükteli cevâbı pek beğenen Kaanûnî, ağaç diken ihtiyâra bir kese altın daha verir. Bu def’a yaşlı adam:
“- Ağacım, meğer yediverenmiş.”
diye Pâdişâh’a duâcı olur. Kaanûnî sultan Süleyman, duyduğu bu son cümle üzerine maiyetine:
“-Aman buradan tez gidelim. Yoksa, bu ihtiyar bütün hazinemizi alacak.”
der ve yola koyulur.
1326 yılı Nisan ayının altıncı günü Bursa’yı fetheden Orhan Gâzî, ordu komutanlarıyla şehrin merkezinde buluştuğunda, kuşatmaya fiilen katılan Geyikli Baba’nın orada bulunmadığını görür ve içine bir kor düşer. Aradan geçen uzunca bir zaman, bu alperenin şehâdet şerbetini içtiğine hükmettirir. Tam da, bu kanaatin yüksek sesle ilânına hazırlık yapıldığı esnâda, ufukta bir karaltı görünür. Yaklaştıkça, bu gelenin Geyikli Baba olduğu anlaşılır. Sırtında, güçlükle taşıdığı kocaman bir çınar fidanı vardır. Kendisine sevinç gözyaşları içinde bakan Orhan Gâzî ile komutanlara seslenen bu büyük velî:
“- Şimdi zâhirî fetih zamânı geçmiştir. Hakikî fetih için herkes birer fidan dikmelidir. Ben kendiminkini getirdim. Haydi bakalım, iş başına!..”
diyerek, çevrecilik târihinin öncülerinden olduğunu cümle âleme duyurur.
İçi boş birtakım lâflarla etraflarına nizâmât vermeye çalışanlar, ne derece kabukta kaldıklarını bilmiyorlar. Seviye, târihin her devrinde, ölçebilenlerin alnına nakşedilmiştir. Ölçemeyenler ise, dâima kuru gürültü ile idâre etmişlerdir.
Âdemoğlunun bugünkü susuzluğu, kuraklıktan değil, narsistçe yarışa çıkarılan hırs küplerindendir. Ne yaparlarsa yapsınlar, küplerin kırılmasını önleyemeyecekler…
İdâre şekillerinin ismine değil de, uygulanışına dikkat çeken Aristo’nun ardından kaç asır geçti? Hâlâ, kelimelerin kabuğunu kıramıyoruz. Demokrasi, cumhûriyet, meşrûtiyet, halk idâresi gibi etiketleri, demagoji uğruna bozuk para misâli harcıyoruz.
1526 yılında kazandığımız Mohaç Zaferi’nin kahramanlarından Yahyâpaşazâde Bâlî Bey, “Nazlı Budin”’in sâdece kapılarını açmaz; Kaanûnî Sultan Süleyman’ın fermânıyla bu Tuna Güzeli’nde beylerbeylik de yapar. Pâdişâh, aynı zamanda anne tarafından Osmanlı hânedânına mensûb bu serdengeçtiye gönderdiği beylerbeylik berâtında, kelimenin tam mânâsıyla bir siyâset dersi vermektedir:
“Her iyiliğin kaynağı adâlettir. Âdil olmayan kişinin elinden çıkan iş, kötü işdir… Peygamber’imiz: ‘Bir günün adâleti, yetmiş yıllık ibâdetden üstündür.’ buyurmuştur. Öyle insanlar var ki, ellerinde fırsat yok iken sâlih, âbid ve zâhid görünürler. Ellerine fırsat geçince Nemrûd kesilirler.
Hizmetinde kullandığın adamların dış hâllerine aldanma! Mala muhabbet göstereni, devlet hizmetinde kullanma! Zîrâ, o adamlar ki, Allâh’ın bana emânet ettiği halkı ezerler. Kıyâmet günü sorumlu benim.
Ey Gâzî Bâlî Bey!
Mansıbımın geliri masrafıma yetmez diye gam çekme. Ne dilediğin varsa, benden iste. Sana emânet ettiğim askerlerimin ve tebaamın gençlerini evlâd, yetişkinlerini kardeş, ihtiyarlarını da baba bil… Bilhassa fukarâya şefkat ve muhabbetle ihsan kapılarını aç….”
Teşhis ve tahminlerinde bir teleskop hassâsiyeti bulunan Muhteşem Süleyman, patenti kendine âit ihtişâmın formülünü, ne güzel anlatıyor.
Başımıza ne geldiyse, fırsat eline geçince “Nemrûd” kesilmekden geldi. Bunu atlayan her çeşit tahlîl, Türk cemiyetinin şirâzesini hizâya sokamaz. Bir taraftan vücûdumuza uygun elbise bulamamaktan şikâyet ediyoruz; diğer yandan modanın bile istihzâ edeceği sakîl kıyâfetlere tâlib oluyoruz. İçine düşürüldüğümüz garîb durumu; anlamakta da, anlatmakta da türlü sıkıntılarımız var.
“Avrupa” diye diye, diş aralarından zımpara taşı geçirenler, Tanzimât’dan beri, çıkışı kapalı bir tünelde tutulduğunuzu, henüz anlayamadılar. Kaanûnî’ye; böylesine sağlık, âfiyet, akl-ı selîm, muhabbet, ışık yüklü dünyâ görüşünü kazandıran hamûleyi, çetrefil ve lâbirent dolaştıran bir zihin yekûnu sanmayın. Sâdeler sâdesi; ama, berrak, bu nizâm reçetesinin iki temel ilâcı bulunuyor. Biri İslâm, diğeri Türk cevheri. Bu iki unsûrun, Kaanûnî tezgâhında karıldığı pota, Türk’ün şifâ dağıtan idâre tarzını gösteriyor.
Kendimizi adamdan saydığımız gün, cümle Nemrudlara meydan okuma cesâretini de bulacağız. Gâzî Bâlî Bey ve tekmil akıncı erlerimiz, Şeyh Edebâlî ile Osman Gâzî’nin birlikte bardağa koyduğu iksîri içerken, dünyanın hep aydınlık, hep esenlik üzre olduğunu düşünüyorlardı.
Nûrlu mekânlarda yaşama yarışına giren koca bir coğrafya, bugün hüznün omuz ağrıtan heybesine dönüştü…. Vukuf ehlinin tâkati tecrübe ediliyor.
T.B.M.M’de epeyidir konuşulan, hakkında lehde ve aleyhde çuval dolusu lâf söylenen, sonunda-maalesef-kabûl edilen “Vakıflar Kaanûnu”, bilhassa yabancıların kazanacağı imtiyazlar yüzünden, ciddî bir mes’ele hâline geldi.
Târihleri “Cumhûriyet” öncesine dayanan ve tamâmına yakını Türk’ün şeddeli hasmı olan bir takım yabancı cemaat vakıfları, bahsedilen kaanûnun çıkarılmasını dört gözle beklediler. “Vakıf” tâbirinin, bir gün gelip de Türk milletine soğuk duracağını, tahmin etmek mümkün değildi. Çünkü; Türk insanı, bırakın malını-mülkünü, hayâtını vakfetmiş ve bu uğurda dünyâ literatürüne geçmişti.
Ahmed Hâşim’in, fevkalâde güzel Türkçe ile kaleme aldığı nesir kitaplarından biri, “Gurebâhâne-i Lâklâkan” adını taşıyor.
Bu ismin, biraz mecâza kaçan karşılığı “Leylekler Hastahânesi”. Müslüman-Türk bahçesine konan leyleklere göz atanlar, “vakıf” kelimesine nazar kılarak, farklılık kazanırlar.
Sultan Abdülmecîd’in saltanat yıllarında, 1850’de, Ödemişli Hoca Mustafa, leyleklerle ilgili bir vakıf kurmuş; yaralı, hasta ve göç edemeyen leyleklere tedâvi, barınma hizmeti sunmuştu. Bursa’da, Setbaşı semtinde, Selçuk Hâtun Mahallesi, Hamam Sokağı’nda, Hâşim’in eserine alem olan Grubebâhâne-i Lâklâkan açılmıştı. Dünyâda bir benzeri olmayan bu vakıf hastahânesi, nice garîb leyleğin ömrüne ömür ilâve etmiştir.
Atalarımız, yalnız kuş evleri ve kuş sarayları yapmakla kalmamış, vahşî hayvanlara da yardım elini uzatmıştır. Karlı, buzlu kış günlerinde, kurtların aç kalmamaları için, dağ başlarında et dağıtan, başka bir insanoğluna rastlanır mı? Böylesine geniş ve müşfik bakış açısı, ancak Türk’e mahsûsdur.
Bugünkü, vakfın kadük edilmiş zavallı hâline baktıkça, bir muhteşem medeniyeti nasıl yele verdiğimizi, esefler içinde anlıyoruz.
Şu hâle bakar mısınız? Türk vatanında bin yıldan ziyâde birliğe, şefkate, merhamete vesîle olan “vakıf”; şimdi bu azîz milletin, mukaddesâtı başta olmak üzere, bütün mânevî ve de maddî hasletlerini Avrupa Birliği borsasına peyliyor.
İnsanlar, mâzîleri varsa geleceğe sâhip olabilirler. Bizi, bunca tırpan ve budama fiilinden sonra bile hâlâ tehlikeli görenler, en sonunda, bu Vakıf Kaânûnu ile hatm-i enfâsa götürüyorlar.
Rûm, Ermeni, Yahûdî ile bütün Kıta Avrupası’nın böyle bir kaanûna alkış tutmasını ve çıkarılması için her çeşit numaraya kalkışmasını anlamak mümkün de; “bizim” diye kendimizi aldattığımız siyâsi kadronun, bu işe peşrev yapmasını vicdâna, akla, havsalaya sığdırmak mümkün değil…
Kimseden alacak “vakıf dersi”miz yoktur. Çünkü, Türk’ün târih boyunca yaşadığı vakfa dâir serencâmı, bu hususdaki en üst akademik seviyeye dahi, kuşbakışı panorama çizer. Aynı şekilde, “vakıf” âlet edilerek altımızın oyulmasına, içimizin boşaltılmasına rizâ göstermemek lâzımdır. Zîrâ, böylesine bir zül, medenî dünyâdan azledilmemiz demektir.
Türkiye, boydan boya bir vakıf ülkesidir. Vakıfnâmesi de bayrağımızın üzerinde yazılıdır… O yazının adına “Türk Târihi” de diyorlar ve aslâ “karizma”ya pabuç bırakmıyor.
Vicdan sâhibi insanımızı yanlış adreslerde dolaştıran tufeylî kelimelerden biri de “karizma”. Neredeyse “kerâmet” sayılacak bu vasıf, Türk siyâsetinde de mebzûl hâle geldi. Karizmaya kavuşturulanlar (!), müsbet mânâdaki birçok faaliyeti kulak ardına atıp adımlarını sertleştiriyorlar.
Bahtımızın rüzgârına arabesk motifler çizdiren bu karizma hevesi, memleket ufkunda bilmem kaçıncı turunu atıyor. Yûsuf Has Hâcib’den Nizâmü’l-Mülk’e uzanan “Siyâsetnâme” geleneğimizde, aslâ ve kat’â karizma rengi ve boyası bulunmuyor. Onun yerine; ilim, irfan, ahde vefâ, vicdan, iz’an, tevâzû gibi bizim medeniyet ve kültür pâyelerimiz olan yıldızlar parlıyor. Bu rütbelerden hiçbirinin yerine karizma ikâme edemezsiniz. Çünkü, sakîl durur.
Yavuz Sultan Selîm, Trabzon’da sancak beyi iken, tebdîl-i kıyâfetle İran’a, Tebriz’e gider. Kaldığı handa, satranç oynadığı herkesi yener. Şâh İsmâil, o yılların nâmlı bir satranç oyuncusu ve meraklısı olarak, bundan haberdâr olur, derviş kılığındaki Şehzâde Selîm’i huzûruna getirtir. Hemen satranç oynamaya başlarlar. Selîm, Şâh’ın hâtırını sayarak ilk oyunu, bilerek kaybeder. İştahlanan Şâh, ikinci oyunda mat olur. Elinin tersiyle dervişin çıplak göğsüne vuran Safevî Şâhı:
“– Bre derbeder âşık! Hiç şâh olanlar mat edilir mi? Edebin yokmuş” der ve ona bin altın ihsân eder.
Osmanlı Şehzâdesi, kendini aslâ tanımayan Şâh’ın sarayından çıkıp atına bineceği sırada, içinde bin altın bulunan keseyi, kimse görmeden, binek taşının altına koyar.
Yıllar sonra, Çaldıran Zaferi’ni kazanan Yavuz, Tebriz’e tekrar girer. Fakat, bu sefer üzerinde derviş kıyâfeti değil, Osmanlı hükümdarlık kaftanı vardır. Şâh İsmâil’in sarayına varıldığında, Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa’ya seslenen Sultan Selim:
“– Osman Ağa! Şu kapı eşiğinde, Şâh’ın binek taşının altında, kendi elimizle konmuş bin altın vardır, helâlinden kazanılmıştır. Sana ihsânımdır.”
der. Herkes, birbirine hayretle bakışır. Sekbanbaşı, ağır binek taşını kaldırdığında, kesesi çürümüş bin altını, parlayan gözlere gösterir.
Solakzâde’nin naklettiğine göre; Balyemez Osman Ağa, bu hâdiseyi anlatırken gözyaşlarını tutamaz ve:
“– O zamâna kadar, bir tevâtür sandığımız satranç kıssası, meğer hakîkat imiş…..”
diye hıçkırırmış.
Şimdi, Yavuz Sultan Selîm’in hangi tavrına, hangi fiiline ve vasfına “karizma” ilâvesi yapabilirsiniz? Gayretle niyetin uc noktalarını tuttuğu kısacık ömür, “Yavuz” tabelâsını Dünyâ çatısına öyle bir asmış ki, tekmil karizmalar onun yanında dilsiz ve sağır muâmelesi görürler. Karizması kendinden menkûl zamâne âdemlerine duyurulur…
Büyük devlet olmakla, büyük devlet adamı olmak arasında, elbette ferdden cemiyete doğru yürüyen sebebler, münâsebetler zinciri var. Lâkin, bâzen devleti büyük yapan unsurlar bit pazarında görücüye çıkıyor ve işte o zaman, devlet adamları “haysiyetsizlik” hastalığına tutuluyor.
Harflerin en büyük hâliyle imlâ ve telâffuzu lâzım gelen “muazzam Türk milleti”ni ele-güne karşı rüsvâ eden bir kısım idâre-i masbahatçıya, nasıl “devlet adamı” muâmelesi yapabilirsin?
Devletde ve onun adamlığında büyüklük aslâ maddî imkânların kemiyeti ile alâkalı değil. Kalbin, gönlün ve en önemlisi dimâğın büyüklüğü ile mizâna vurulacak fiiller, kimilerini büyütüyor, kimilerini küçültüyor. Türk coğrafyasının kısmetine, bugünlerde hep küçükler düşüyor. İş işden geçtikden ve hâne harâb oldukdan sonra âh u vâh eylemenin kimseye faydası yok.
İttihad ve Terakkî’nin lider kadrosundan Talât Paşa; memleketi terk edip Berlin’e gittiği günlerde, yanında bulunanlara, Selânik’le ilgili hâtırâlarından bahsederken şöyle diyor:
“Selânik’de hayret ile şâhid olduğumuz hususlardan biri de şu idi: Sürgün cezâsına çarptırılan Bulgarlar, Selânik’den ayrılmadan evvel jandarma nezâretinde rıhtımda toplanır ve içlerinden birinin verdiği işâretle hep birden eğilir. toprağı öperlerdi. Bu, onlar için Selânik’e dönüş ümîdinin bir ifâdesi idi. ‘Öptüğümüz topraklar bizimdir, buraya gene geleceğiz’ demek istiyorlardı.
Bir gün, ben de vatanıma döndüğüm vakit, bilir misiniz ne yapacağım?”
Yanındakiler:
“Siz de onlar gibi toprağı mı öpeceksiniz?”
deyince, Talât Paşa:
“Hayır! Yiyeceğim! Çünkü, onu öpmekle doyamayacağımı anlıyorum…”
şeklinde, dramatik bir cevap veriyor.
Vatan toprağı yeme mizansenleri ne derecede inandırıcı bulunur? Orası ayrı, ama, insanın aklına son Gırnata hükümdârı Abdullah’ın, şehri düşmana terkederken çıktığı tepede, döktüğü gözyaşları geliyor.
Bugün, sâdece Gırnata değil, salkım salkım dâüssıla tâneleri, târihimizin bağ bozumu yıllarını hatırlatıyor. Bağdad’dan vazgeçtik diyelim; fakat, Kerkük ve Musul rüyâlarımıza da ambargo kondu. Burnumuzun dibini de, ufkumuzun nihâî ucunu da göremiyoruz.
Türk târihini hakkıyla öğretemeyen bir resmî maarif sistemi, hangi hak ve mantıkla, bu eksikliği şahsî kabahatlerde arayacak? Ne yaparsın ki, el’an gözümüzün önüne serilen manzara, bundan ibârettir.
Cehlin, kurnazlıkla izdivâcı, katırı çok sevimli kıldıracak yampiri zihniyetleri vitrine koyuyor. Sokağı, basını el ele vermiş, ha bire ayakkabımızın bağını çözüyor. Sonra da, bunları bağlayıp yürümemizi engelliyor.
Sıkıntının adını koymada, çâresizliğin fotoğrafı çekiliyor. Fakat, nâfile! Sağa dön, sola dön, ileriye bak, geriye bak, arpa boyuna yaklaşamıyorsun. Birileri, tribüne çıkmış, bu âmâ yürüyüşünü seyirden dört köşe vaziyette, avuç patlatıyor.
Toprak yeme moduna geçmekden Allâh’a sığınırız…