Ana Sayfa Blog Sayfa 2

Amcanın Ardından – İsmail Yiğit

Malumdur ki insanoğlu belli dönemlerde hayatının dönüm noktalarını yaşamaya mecburdur. Mayamızda varolan sevinç, üzüntü ve tarif edilemeyen farklı duygular ve hisler bizleri dönüm noktalarımızda birer kelepçe misali hapseder.


2017’nin 3 Ocak’ında Türkçüler kederin ateşine birer çıra gibi düşmüştür. Yaşayan çınarlarımızdan en merti gözlerini yummuş arkasında boynu bükük yeğenlerini bırakmıştır. Dimdik yaşamanın, mütevaziliğin, beyefendiliğin timsali amcamız bu puslu İstanbul’un pisliğinden ak pak, lekesiz ayrılmayı başarmış ancak bunu da bir başarı olarak nitelendirmeyip her zaman yaptığı gibi zaten olması gereken budur edasıyla biz Türkçüler’e üstü tül ile örtülü birer öğüt olarak miras bırakmıştır.


Türkçüler’in safından bir aksakal eksildi diyenler var ise salyalarını bizlerin ayakları altında akıtmaya saklasalar kendileri için ömürlerinin daha uzun olmalarını sağlayabilirler. Zira Erk YURTSEVER safta duran bir aksakaldan ziyade arkasında saf tutulan bir aksakaldır. Ve hep öyle olmaya devam edecektir.


Türkçülük bir inançtır; buna iman edenler olarak Tanrı dağlarına selamımızı götürmek için göç eyleyen amcamızın bu kutlu yolculuğunda ışıklar içinde olmasını ümit ederiz. Bizler Erk YURTSEVER’in yeğenleriyiz!

Yazan: İsmail Yiğit

Türkçülük ve Holiganizm – Eren Şahin

Herkesin sevdiği, desteklediği bir futbol kulübü vardır. Türkiye’de fakat bu destekçilerin bazıları taraftardır. Onlar, sevdikleri renklerin peşinde kilometrelerce yol gidebilir, günlerce uğraşıp pankart hazırlayabilir, gelirinin büyük bir kısmını bu yolda harcayabilirler. Özellikle Eskişehir, Trabzon ya da Bursa gibi taraftar potansiyeli yüksek olan bir şehirde doğup büyüyenler beni daha rahat anlayacaklardır. Taraftarlık hele ki koyu taraftarlık güzel şey olsa da; holiganlıkla arasında kalın bir çizgi vardır. Taraftarlık gönül işi olduğu için rakip iki takımın taraftarı birbirini anlayabilir fakat; futbol sevgisini başka bir vatandaşın canına ve/veya malına zarar vermek pahasına şiddete dönüştüren holiganları ancak kendileri gibi sığ yaradılışlı kimseler anlayacaklardır. Muhakkak bir yakını ya da arkadaşı taraftar olmuş, boynuna takımının renklerinde fakat üzerinde takımının isminden farklı bir ismin yer aldığı atkıyı dolamışlardır. Seyirci ve taraftar ayrımında, taraftar sayısı arttıkça taraftar da kendileri arasında kümelenirler. Birisi tezahüratlarıyla takımını desteklemeye çalışır, diğeri koreografileriyle. Ve lakin zamanla bu guruplar arasında da bir rekabet vücuda gelir ve aynı rengin tutkunu taraftarlar arasında da kavgaya, yaralamaya varacak çirkinlikte olaylar meydana gelir. Belki de başka sebepler düşürür bu kimseleri birbirlerine kim bilir? Bazen gurupların arasına karışan, toplumda yer bulamamış holiganlar, bazen benlik sevdası bazen de çıkar çatışması sebep olur bu kavgalara. Belki de başka sebepler düşürür bu kimseleri birbirlerine kim bilir? Velhâsıl konumuz da bu değildir.

Günümüzde de Türkçülük ülküsü amacıyla etkinlik gösteren, bölünerek çoğalan ve her gün bir yenisi daha açılan Türkçü dernekler ve guruplar mevcuttur. Bu mevcut guruplar temsilcilik ya da dernek şubesi olarak açılmakta 1 ile 3 senelik mücadele yaşamının ardından ya kapanmakta ya da bulunduğu ilde bir yenisi daha açılmaktadır. İlk bakışta Komünist fraksiyonları andıran bu bölünmüşlüğü irdelendiğimizde, gerek düşünsel bağlamda gerekse misyon ve vizyon bağlamında birbirleriyle bir farklılık arz etmediğinin de farkına varıyoruz. Akıllara gelen “nerede birlik, orada dirlik” atasözü olsa da, söz konusu örgütlenmelerin birleşmelerinin, Türklerin birleşmesinden daha da zor olduğunu fark ediyoruz. Bu hususun üzerinde fazla durmadan, mevcut örgütlenmelerin Türkçülüğün çağıl gereksinimlerinden ziyade, örgütsel bağlamda olan gereksinimlere yoğunlaştıklarının farkına varıyoruz. Bu yazımızın amacı Türkçülüğün tarafımızca saptanmış çağıl gereksinimlerini Türkçü okuyucumuza anlatmayı ve mevcut örgütlenmelerin dikkatini çağıl gereksinimler çevresinde toplamayı hedefliyoruz. Ayrıca Türkçülüğün son birkaç yıl içinde gitgide popüler kültürün bir mezesi haline gelmesinin ne gibi sonuçlar doğuracağına da kısaca değineceğiz.

Türkçülük, Türk milletine bağlı bir ülkülemdir. Nasıl ki dil, kültür gibi değerlerimiz zaman dilimi içinde değişiyorsa, Türkçülükte o şekilde “temel prensiplerinden taviz vermeden” zaman içerisinde çağa ayak uyduruyor. Bu sebeple Türkçülük asla dogmatik değildir. Velhasıl bir çok dinin tarihinden de yaşlı olan Türkçülük, zamanla evrimleşerek günümüze gelmiştir. Türkçülük, diğer ülkülemlere nazaran bir eksiklik teşkil etmemesine rağmen Türkçülüğe gönül vermiş kişi ve topluluklar, Türkçülüğün derinliğine tam mânâsıyla vakıf olamamışlardır. Bu noktada değinme zorunluluğu hissediyoruz ki bu yazının yazıcısının da benzeri eksiklikleri mevcuttur. Mesele eksikliklerde değil, eksiklikleri saptama ve giderme yönünde çaba vermektedir. Maalesef ki günümüzde bu yönde bir çabaya fazla rastlanmamakta aksine eksikliklerimiz gelişen çevremizle beraber artmaktadır. Yer yer Türkçülük kendisini geliştirmeyen, bir kariyer hedeflemeyen yitik gençlerimizin bir çıkış yolu yerine göre ise yaşamın getirilerine karşı bir duruş metodu olarak kullanılmaktadır. Oysa ki Türkçülük, çağa, devrana çatan, öfke üzerine kurulu arabesk bir ideoloji değildir. Böyle bir ideoloji olsaydı, bu kadar tarihe sahip olamaz, tarihin sayfalarındaki müstesna yerini çokta alırdı.
Peki Türkçülüğün günümüzdeki eksiklikleri nelerdir?  İktisadi, Felsefi ve Sanatsal alandaki eksikliklerimiz ilk bakışta gözümüze çarpmaktadır. Türkçüler, Türkçülüğün iktisadi görüşü olan ve Atatürk Türkiye’sinde yaşam bulan fakat yıllar sonra yerini kapitalist canavara kaptıran Solidarist (dayanışmacı) ekonomi modelini gereğince bilmemektedirler. Bu modeli halkımıza anlatmamız için ekonomist olmamız gerekmemekte fakat günümüzün örgütlü-örgütsüz gençleri bunu fark edememektedir. Oysa ki her geçen gün Türk yurdu küreselleşen kapitalizme yenik düşmekte, çalışan kesim asgari ücretle yaşama mahkûm edilmektedir. Türk toplumunu hangi kesimden, hangi görüşten
ya da hangi inançtan olursa olsun bu mahkûmiyet beklemektedir. Türkçüler bu sömürü karşısında nerededirler? Sömürü demişken söyleme gereği duyuyorum: İşgalcilik ve sömürgecilik hatta emperyalizm ile sömürgecilik aynı kavram değildir. İşgal geçicidir. Sömürgecilik ise kalıcı. Halkın toprağından, emeğine hatta kültürüne kadar her şeyini elinden almaktadır. Toprakları, halkı sömürenlerin elindedir. Doğu Türkistan, Çin sömürgeciliği altında proletarya bir halktır; tıpkı İran sömürüsündeki Güney Azerbaycan gibi. Çünkü gerçekten ezilen bir ulustur. Doğu Türkistanlılar ya da Güney Azerbaycanlılar; Fars ve Çin proletaryasından daha da gerçek proletaryadır. Bundan ötürü Uygur ya da Güney Azerbaycan Türkleri arasındaki milliyetçi hareketler gerçek sosyal ihtilâl hareketi karakterini taşımaktadır. Ekonomik yönden sömürü gerçekleşmeden, kültürel soykırım asla başlamamaktadır. Söz konusu hususu ilerleyen tarihlerde daha detaylı anlatmak üzere kapatıyorum.

Türkçüler felsefi bakımdan da noksanlık içerisindelerdir. Son zamanlarda tehlikeli bir şekilde Türkçü örgütlenmeler içerisinde varoşçuluk ve popülerizm dikkat çekmektedir. Oysa Türkçülük, Türk toplumuna yabancılaşmayan, Türklerin içerisinde yeşeren bir entellektüelizme haizdir. Bu felsefi eksikliği Türkçü örgütlenmelerinin yaş ortalamasına bağlamakla beraber zaman içerisinde Türk halk felsefesinin tekrar keşfedileceğine inanıyorum. Bu açıdan umutluyum. Öyle ki Türk halkı Asyalıdır, doğuludur. Doğu, temizliği, erdemliliği, doğruluğu ve vakuriyeti temsil eder. Zamanla Türk Halk Felsefesi tekrar keşfedilecek ve Arap-Batı kültür emperyalizminin kıskacından mutlak bir çıkış başlayacak. Böylece Türkçülerin önce yaşam şekillerinde değişmeler göze batacak. Gel gelelim anka kuşu efsanesini andıran bu yeniden doğuş mevcut kadrolarla asla olmayacak.

Bir diğer eksikliğimizde sanatsal alandadır. Atsız beyin tabiriyle “Sanat, sanat içindir; halkın içinde” tümcesiyle yola çıkabiliriz. Türkler, zaten sanatkâr bir topluluktur. Avrupa uluslarına nazaran da defalarca daha zanaatkârdır.  Fakat küreselleşen kapitalizmin insanlığa  metropolist dayatması bir çok sanatı ya da zanaat dalımızın ölmesine veya bitme noktasına gelmesine sebebiyet vermiştir; tıpkı Kapitalizme tek alternatif sandırılan Komünizm’in uygulamalarında olduğu gibi…  Omuzlarında muasır medeniyetler seviyesine çıkmak hatta daha da ilerlemek ve bunda da hudutsuz olmak gibi büyük bir vazife yüklenmiş olan Türkçüler, nasıl olurda sanata ilgisiz kalırlar anlamak güç. Yalnızca 1 sene ömür sürmüş olan Edil-Oral (İdil – Ural) Cumhuriyeti’nde bile tiyatrolar Avrupa seviyesine yaklaşmış hatta milliyetçi nitelikte opera oyunları bile bestelenmeye başlanmıştır. Üstelik Rus despotizmine ve bölge coğrafyasındaki belirsizliklere rağmen. Günümüz Türkçüleri, sanat dallarına yönelmeli ve sanat aracılığıyla da Türkçülük faaliyetini yürütmeli. Ayrıca milli sanat ve zanaat dallarımızda birini ya da bir kaçını yaşatmak veya yaşatılmasına vesile olmak bağlamında bir zuhurda bulunulması gerekmektedir.
Sanat birçok sosyal eksikliklerin tamamlanmasını sağlayacağı gibi sinerjik yapısından ötürü bizlere toplumsal seviyede kültürel gelişmelerin perdesini de aralayacaktır.

Son olarak da Türkçülerin bir diğer eksikliği olduğuna inandığım çevre bilincine değinmek istiyorum:
Türk yurdu , bizden önce ki nesilden bize , bizden de daha sonra ki nesillere kalacak kutsal bir emanettir. Yurdumuz, doğasıyla bütün, doğasıyla güzeldir. En son Trabzon’da çıkan, yangınla tutuştu ciğerlerimiz. Kuvveti muhtemelen yanan orman arazisi Arap sermayesine peşkeş çekilecek. Mevcut iktidar henüz ilk döneminde bakir koylarımızı imara açmış hatta yabancıların mülk ve arazi edinmelerine yönelik yasal izni Meclisten geçirmişti. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı olan Atilla KOÇ’un “babalar gibi satarım” sözü hâlâ kulaklarımızdadır. Sözkonusu doğa kıyımı, bir çok çevreci örgüt tarafından hatta yabancı doğa severler tarafınca şiddetle protesto edilse de milliyetçi çevreler konuya suskun kalmışlardı. Oysa bu konu 2005 gündeminde epey tartışılan bir konu olmuştu. Günümüzde ülkemizde HES’ler, Termik santraller yapılmakta, yol ve köprü yapımında binlerce ağaç kesilmektedir. Üstelik, Avrupa ülkelerinin artık yenilemediği Nükleer Santraller ülkemize kurulmaktadır. Günümüze kadar yalnız 3 Mayıs 2015 tarihinde Eskişehir’de, Eskişehirli Türkçüler tarafından düzenlenen 3 Mayıs Türkçüler Günü ve Nihâl ATSIZ’ı Anma Yürüyüşü’nde, Türkçüler, bir pankart ve slogan yoluyla “Türk Yurdunda Nükleer Santrale Hayır” demişlerdir.  “Tabiata saygı, aklın vicdanıdır” diyen Gazi Başbuğ Atatürk’ün askerleri olan Türkçüler, Türk yurdunda olan doğa kıyımına nasıl olur da ilgisiz kalabilirler? Anlamak güç… Yurt bizim yurdumuz, kesilen her ağaç bizim yok edilen oksijenimiz. Kür Şad gibi Türk büyüklerinin anısına, Türkler için kutsal sayılan Çam , Çınar, Sedir gibi ağaçlardan “Anıt Ormanlar” yaratmayı öneren Atsız bey değil miydi? Peki onbinlerce ağacımız katledilirken Atsız beyin takipçileri neredeler şimdi?  Türkler doğayla bütünleşik bir yaşam süren, ırmakları kirletmekten, sabanı kırmaktan sakınan ve en nihayetinde doğayı kutsayan bir ulustur. Doğaya zarar vermek pahasına enerji üretimi ya da köprü, yol inşaatı tabiatımıza aykırıdır. Yıllardır ülkemizde oynanan oyunsa tüm bunlardan daha da vahimdir. Cennet vatanımız, gözümüzden sakındığımız doğamız yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor! Üstelik doğanın gerçek sahipleri sus pus, habersiz!

İçinde çevre bilincinin olmadığı, ekolist yaklaşımlardan ırak bir milliyetçilik anlayışı her zaman eksik kalacaktır.

Evet, Türkçülerin omuzlarına düşen tarihi sorumluluklar büyüktür. Türkçülerin yolu çetin ve uzundur. Bu uzun ve zorlu yol birlik ve beraberlikle aşılacağı aşikâr olsa da, nitelik yönünden kaygıya düşürecek bir birliktelik çokta fazla bir anlam teşkil etmeyecek; kısırlık devam edecektir. Velhasıl, Türkçüler meyve vermek istiyorlarsa İktisadi, Sanatsal, Felsefi ve Çevresel alanlarda söz sahibi olmaları gerekmektedir. Yalnızca Hocalı Katliamının yıldönümlerinde değil, İşçi mitinglerinde de olmalıyız! Üstelik Türk işçisiyle omuz omuza… Resim sergilerinde, heykel atölyelerinde milli simgelerle, kahramanlarımızın hayalleriyle karşılaşmalıyız. Yalnızca çevre eylemlerinde değil, alternatif enerji kaynakları konulu konferanslarda da olmalıyız. Aksi takdirde milli taassuptan beslenen, hamasi söylemlerden ibaret atıl bir kütle olarak kalmaya kendimizi mahkûm bırakırız.

Tanrı Türk’ü Korusun!

Yazan : Eren Şahin

Tonyukuk Toprağı – Serkan Akgöz

Dün öğle saatlerinde cenaze namazını kılıp, İçerenköy’deki aile kabristanında Erk Yurtsever‘i son yolculuğuna uğurladık. Bu uğurlamada onun sağlığında bize vasiyet ettiği tüm isteklerini yerine getirdik. Bunlar şunlardı: cenaze haberinin gazetelere ilan verilmemesi, tabutunun al yıldızlı bayrağa sarılması, cenaze törenine çelenk ve çiçek kabul edilmemesi ve istirgahına Tonyukuk yazıtından gelen toprağın serpilmesi. Bu saydıklarımı benimle olan sohbetin bizzat söylemişti, Erkin Yurtsever ağabeye de söylediğini, onun acıyla unutması durumunda benim hatırlatmamı istemişti. Saydığım isteklerin sonuncusu benim aklımdan çıkmıştı…

Tonyukuk yazıtının çevresindeki bilimsel bir çalışmada yer alan ağabeyim Arkeolog Adil Yılmaz, Türkiye’ye gelişinde bu topraktan amcaya getirmişti. Bunu amca bana söylemişti. Daha sonrasında Adil ağabeyden de duymuştum.

Biz son görevimizi yerine getirirken, birer birer kürekle toprak atılırken. Arkamdan amcanın torunu, Oğuz Yurtsever‘in Serkan! diye seslenmesi ve bir kabı uzatmasıyla, bu isteği aklıma geldi. Ve tahminim doğru çıktı o kapta, Tonyukuk toprağı vardı. Amca, sağlığında Tonyukuk adlı bir ağ sayfasına sahipti. Bu sayfayı yayında olduğu zaman ben göremedim. Ben sonradan keşfettim. O sayfa sayesinde onlarca genci bilinçlendirmişti. Yazışmalarda ve verdiği bilgilerde kendi adı yerine Tonyukuk adını kullanmıştı. Yine o sayfayla amca ilk kez Orkun abacasını dijital ortama aktarmış ve edindiği Tonyukuk müstear adına ne kadar layık olduğunu göstermişti. İşte bu toprak, Atalar yurdundaki Tonyukuk’tan asırlar sonrasında Türkiye’de yaşayan Tonyukuk’a, Tonyukuk’un toprak olacağı İçerenköy Mezarlığı’na gelmişti. Bana düşen görevde, bu iki toprağı Tanrı Dağları’nda buluşan sahipleri gibi, buluşturmaktı. Bu büyük görevimi ifâ ettim, yaşadığım buruk sevinci ve gurur anlatmam mümkün değil. Ümidim, selâmımızın amcayla Tanrı Dağları’na ulaşması…

Ne demişti Büyük Atsız bir mısrasında:

İnsansa bütün yâdı aşar hâtıralarla.
İnsan ona derler ki yaşar hâtıralarla…

Ben de öyle yapıyorum dostlar, mazur görün. Erk amcayı hâtıralarla yaşatıyorum, yaşatacağım.

Serkan Akgöz

Erk Yurtsever’e Mektup – Serkan Akgöz

4 Ocak 2017, Erk Yurtsever’in Tanrı Dağlarına uğurlandığı gün olarak tarihe not düşüldü.

* * *

4 Ocak 2017
Şişli

Amca,
Tanışmamızın üzerinden tam 978 gün geçti. Ben size doyamamıştım, sohbetinize, cevaplarınıza… Son görüşmemizin üzerinden 11 gün geçti, hatırlıyor musunuz? Elini öpmeden önce bir daha ki gelişime Kayabek kitabı çıkmış olur, onunla gelirim demiştim. Ben hatırlıyorum. Bostancı’da bugün beni o kitapla bekliyordunuz. Bu sözümü zamansız bu ayrılığımız nedeniyle yerine getiremedim, özür dilerim. Biliyorsunuz, söz verdim mi yerine getiririm.

Nasılsınız? Şimdilik burası bıraktığınız gibi değişen bir şey yok. Sizi uğurladıktan sonra işe gittim. Şimdi de bu mektubu kaleme alıyorum. Mektubu tamamladıktan sonra Kayabek kitabının düzenlemelerine geçeceğim. Sizinle mektupla iletişim kurmaya alışık değilim, ancak bu ilk denemem devamını da getireceğim. Malûm bulunduğunuz yere şimdilik başka türlü ulaşma imkânım yok.

Bu ayrılık beni üzse de buruk bir sevincim var. Yüksel Yenge’ye, Atsız Hoca’ya, Nejdet Amca’ya, Reşide Yenge’ye, Muzaffer Amca’ya, Neriman Yenge’ye, Refet Amca’ya, İsmet Amca’ya, Altan Amca’ya, Kayabek Amca’ya ve diğer dostlarınıza kavuştunuz. Onlarla olan yılların hasretini gideriyorsunuz biliyorum. Bu nedenle de sizi daha fazla meşgul etmek istemiyorum.

Unutmadan söyliyeyim vasiyetinizi yerine getirdik. Son yolculuğunuzda sizi ay yıldızlı bayrağımızla uğurladık.

Sizi özledikçe ben böyle mektup yazacağım. Okuyacaksınız, biliyorum. Mektubuma uğurlamanız sırasında çekilen birkaç fotoğrafı da iliştiriyor, ellerinizden öpüyorum.

Câridir.
TTK

Serkan Akgöz

Anlatayım : Erk Yurtsever – Serkan Akgöz

Sabahın ilk saatlerinde aldığım vefat haberiyle başımdan kaynar sular döküldü.

* * *

Erk Amcayla aramızdaki ilişki üst düzeydi. Hem değer verdiğim bir büyüğüm, hem de yılmaz bir ülküdaşımdı. İlerleyen yaşına rağmen, heyecanını hiçbir zaman kaybetmemişti. Ve heyecanını bizlerle de paylaşarak, bizlere de güç ve azim veriyordu. Yüz yüze tanışmamızın üzerinden üç seneye yakın bir süre geçti. Bu sürede aramızda hiçbir zaman iletişim kopukluğu olmadı, fırsat buldukça Bostancı’ya evine ziyarete ve sohbete gitmeye çalıştım. Gittikçe ve sohbet ettikçe onu daha yakından tanıdım. Onu birkaç kelimeyle anlatmam istense sadece şunu söyliyebilirim : Mütevâziliğin vücut bulmuş şekli.

Amca aldığı görevler, tanık olduğu olaylar ile Türkçülük hareketinin yakın döneminin karakutusuydu. Yaptıklarıyla ve yaşadıklarıyla ilgili siz soru sormadıkça, detaya inmedikçe detaya inmez, bilgi vermezdi. Bu nedenledir ki hâtıralarını kaleme almadı. Bunun nedenini sorduğumda da, falanca kişi Erk’e bak kendini övmek için şunları yazdı, canımı sıkarlardı, derdi. Adını Atatürk’ün verdiğini bile Türkçe Adlar Derlemesi adlı kitabı çıkana kadar kimse bilmiyordu. Bunu bir sohbet sırasında rahmetli Turan Yazgan‘a söylediğini, onunda bu bilgiyi, belgesiyle birlikte kitaba eklemesini istediğini söylemişti. Öyle ki amca, bunu hocasına, Atsız’a, bile söylememişti. Hocası dedim ya, Atsız, Erk amcanın gerçekten hocasıdır. Haydarpaşa Lisesi’nde, 1950-51 ve 1951-52 yıllarında Edebiyat öğretmenliğini yapmıştır. Bir yanımızda hüzün var, bizlerden ayrıldı diye. Bir yandan da sevinçliyim, her konuşmamızda isimlerini andığımız ve gözlerinin dolduğu ülküdaşlarının Atsız Hoca’nın, Muzaffer Abi’nin, İsmet Bey’in, Refet Bey’in, Kayabek’in yanlarına erişti. Şimdi onlardan ayrı geçen yılların özlemini gideriyor.

Onunla ilgili yazılacak çok şey var, şimdilik bu kadarını yazabiliyorum. O Büyük Türkçü’ye karşı son görevimizi de yerine getirelim. Amcayı, yarın (4.1.2017) öğle namazını müteâkip, Bostancı Kuloğlu Camii’nden Tanrıdağı’na uğurlayalım. Lütfen vasiyeti gereği çiçek ve çelenk göndermeyelim.

Çeşitli Konular Üzerine Atsız’ın Fikirleri – Söyleşi

Atsız’ın Maltepe’deki mütevâzi evindeyim. İlk defâ geldiğim evi bulmak güç olmadı. Trenden inip de biraz yürüdükten sonra adresi söylediğim ilk vatandaş, beni eve kadar getirdi. Hâl hatır sorup umûmî ve günlük meseleler üzerinde biraz hoşbeşten ve kahvemi de içtikten sonra:

–   Efendim, sizi daha fazla rahatsız etmemek için, müsaade ederseniz hemen sorularıma geçmek istiyorum, dedim. Atsız Beğ;

–   Buyrun, diye cevap verdi, aklımın erdiği kadar cevap vermeye çalışayım.

Ve ilk soruyu sordum;

–   Son zamanlarda köyü konu olarak alan bir roman çeşidinin ileri sürüldüğü görülüyor. Bunda bir husûsî maksat var mıdır ve sâdece köyden bahseden bir romanla gerçek hayâtın aksettirilmesi mümkün müdür? Bu husustaki fikirlerinizi ricâ ediyorum.

Atsız Beğ, kısa bir müddet düşündü ve sonra ağır ağır şunları söyledi:

–   Roman denilen nesne hayâtın edebî bir aksi olmak iddiasındadır. Türk hayâtının her yönünü konu olarak alabilir. Hattâ yalnız köyden bahseden bir roman da yazılabilir. Fakat bunu yazacak insanın cidden edebiyatçı ve romancı olması lâzımgelir. Son zamanlarda köyü konu edinen romancılar ise edebiyatçı değil, komünist propagandacısıdır. Bunlar Türk edebiyatına orijinâl veyâ sâdece edebî değerde bir eser vermek için değil, Türk rûhunu baltalayarak Moskofçuluğa yarar bir ortam hazırlamak için köyü ele alıyorlar. Bu romanlarda fikir ve dil sefâletinden, hayâsızlıktan başka ne var? Vaktiyle XV. Yüzyıldaki Hurûfîlik zekâ ve seviye bakımından nerede idiyse, bunlar da bugün aynı hizâda bulunuyorlar. Osmanlı Devleti’ni yıkmak mâlihülyâsında olan Hurûfîler edebî kisveye bürünerek Fâtih Sultan Mehmed’in sarayına kadar girmiş, fakat sonunda idâm edilmişlerdi. Bugünkü Moskofçular da yine aynı edebî kisveye bürünerek birtakım yerlere sızmışlarsa da onların sonları da hüsrân olacaktır. Türk ırkının yapısı gibi sağlam bir yapıyı böyle birkaç düzüne kültürsüz hafifmeşrep yıkamaz. Bunlar ancak sosyâl hayatta rahatsızlık ve huzursuzluk doğurabilirler.

Bu romanların çok okunması da hiçbir mânâ ifâde etmez. Mayk Hammer daha çok okunuyor. Kültür seviyesi ve edebî zevk yükseldikçe bu türlü yazılar hiç okunmaz olacak ve sâhipleri kendiliğinden susacaktır.

Bugün bu bayağı köy romanlarının hakîki münekkitler tarafından tenkidi değil, Moskofçu mahutlar tarafından reklâmı yapılmakta ve ancak edebî kültürü olmayanlara tesir edilebilmektedir.

Fakat bâzan resmî makamların gafletleri de göze çarpmaktadır. Meselâ Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan Tebliğler Dergisi’nin 10 Nisan 1961 târihli 1148. Sayısında ‘’Sait Faik’in Hayâtı’’ adlı eser Millî Eğitim Müsteşarı N. Âdil Erkman tarafından okullara tavsiye edilmektedir ki büyük hatâdır. Said Faik gibi temâyülleri mâlûm ve hiçbir edebî şahsiyeti olmayan bir yazarın hayâtını orta öğretimdeki çocuklar niçin öğrensin? Mâlûm olduğu üzere bizim orta öğretimdeki gençlerimiz henüz millî takım kadrosunu bellemekle meşgul oldukları için, daha klâsik şâirlerimize bile sıra gelmeden Said Faik’e atlamak merci aşmak olur ki hiyerarşiye aykırıdır. Herhâlde müsteşar zamâna ve edebiyat târihine ehemmiyet vermediği için Said Faik’i Fuzûlî falan ayarında eski bir şahsiyet sanmış olacaktır.

Sözün kısası bugünkü köy konulu romanlar Kremlin’in Türkiye’de çıkan plâklarıdır.

–   Birtakım yazarlar, Milliyetçiliği artık zamânı geçmiş bir fikir olarak göstermeye çalışıyorlar. Bu hususta bilhassa gençliğe ışık tutacak düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

Atsız, biraz önce kütüphanesinin bir gözünden çektiği Tebliğler Dergisi’ni yerine koyduktan sonra, ağır ağır konuştu:

–   Milliyetçiliğin zamânı geçmez. Dünyâda milletler ve diller kaldıkça milliyetçilik de kalacaktır. Yeryüzündeki memleketlerin hepsinde az veyâ çok bir milliyetçilik hüküm sürmektedir. Milliyetçiliklerinin adı olmayan İngilizler’de koyu milliyetçilik olduğu gibi, Hindistan’da, Arap’larda, İsrâil’de hattâ milliyeti reddeden komünist ülkülerde de milliyetçilik vardır.

Milliyetçiliğin zamnânının geçmiş olduğu hakkındaki iddialar, Moskofçuların propagandasıdır. Onların bilinen taktiklerinden biridir. Bir de içimizdeki Devşirme artıkları kendilerini asıl milliyetlerinden vazgeçirmiş olan Türklüğe karşı duydukları hıncı, milliyetçiliği reddederek almak sevdâsındadırlar. Esefle söylemek lâzımdır ki milliyetçiliği en sathî olan memleket biziz. Hâlbuki Türk milliyetçiliği milâttan önceki zamandan, Mete Yabgu’nun çağından başlamaktadır. Her zaman kendini göstermiş ve parlak şahsiyetler yetiştirmiş bulunan Türk milliyetçiliğinin târihi bir yazılsa göz kamaştırırdı. Bilmedikleri şeyleri yok sanmak, insan tabiatı icâbı olduğu için eski Türk milliyetçiliğini inkâr etmek bunu geçen asrın modası, hattâ Avrupalıların bize telkin ettiği bir ülkü sanmak yanlıştır. Burada açıklaması imkânı olmayan sebepler dolayısiyle bizde milliyetçiliğin yerini mahâllicilik, particilik ve tarikatçılık almıştır.

Sıra sorularımın en aktüel bir diğerinde idi:

–   Efendim, sizi yordum ama, yine çok mühim bir soru soracağım. Cevaplarınızın bütün milliyetçi gençlere yön vereceğine inanarak… Türk dilinin sadeleştirilmesinin sınırı ve prensipleri ne olmalıdır?

–   Türk dilinin sâdeleştirilmesinde şu prensipler hâkim olmalıdır;

a) Terimlerde Türk kök ve ekleriyle kelime türetmek

b) Yazı dilinde Türkçe kelimeleri tercih etmek

c) Türkçe olmayıp da kullanmaya mecbur olduğumuz kelimelerden Türk fonetiğine uygun olanları seçmek

ç) Lüzum yokken yabancı kelime kullanmaktan şiddetle kaçınmak

d) Kelime türetir veyâ tercih ederken Türk dili zevkini kollamak.

–   Bu hususları biraz ve lütfen açar mısınız?

–   Terimler yalnız derslerde ve ihtisas sâhipleri arasında kullanılacağı için bunların kabulünde güçlük yoktur. Nitekim bugünkü öğrenciler matematik, hendese, biyoloji terimlerinin çoğunu Türkçe olarak kullanmaya alışmışlar ve çevrelerini de alıştırmışlardır. Artık bizim neslimiz de, ‘zarp’, ‘taksim’, ‘yekûn’ yerine ‘çarpma’, ‘bölme’ ve ‘toplam’ kelimelerine ısınmıştır. Yalnız, vaktiyle bu terimler alınırken lüzumsuz yanlışlar yapılmış, meselâ ‘zaviye’ ve ‘müselles’ yerine ‘açı’ ve ‘üçken’ diye güzel Türkçe karşılıklar bulunduğu hâlde ‘murabbâ’ yerine Fransızca’dan ‘kare’ alınmıştır. Kare kelimesinin ilk hecesi kalın, ikincisi ince olduğu için dilimizin ses uyumu  kânununa aykırı düşmektedir. Bundan başka bunun Türkçe karşılığı Türkistan Türklerinde ‘törtkül’ olarak kullanılmaktadır. Bu kelimenin Batı Türklerindeki şekli ‘dördül’dür. Terim koymak için gerçek dilcilerden meydana gelmiş bir terim kurulu olsaydı da bunlar kelime türetselerdi, dilimiz daha zengin ve daha millî olurdu. Aynı dert bugün de vardır:

Bilim ve teknik bakımından her gün birçok terimler icad olunmakta ve bunlar ister istemez halk diline girmektedir. Bu kelimeler Türkçeleşmeden girdiği için dilin yapısı bozulmakta ve aydınlar bu kelimeleri asrî şekilleriyle söylemeyi kültür sâhibi olmanın icâbı saymaktadırlar. Bir terim kurulu gayet uyanık ve şuurlu olmak, bu yeni terimlerin Türkçe karşılığını bulup kabul ettirirse birkaç yüzyıl sonraki yeni bir dil buhrânının önüne geçmiş olur.

–   Peki efendim, Türk dili alanında otorite sayılmayan kimselerin birtakım kelimeler uydurarak dilimize mâl etmeye çalışmalarına ne diyorsunuz? Meselâ bir vakitler Nurullah Ataç böyle kelimeler uydurur ve kendisini üstat tanıyanların gayretiyle bu kelimeler dergi ve gazetelerle yayılmaya çalışılırdı.

–   Efendim. Nurullah Ataç ciddî ve Türklüğe inanmış bir adam değildi ki Türkçeci olsun. Yalnız Fransız kültürüyle beslenmiş, kendisinin bir batılıdan biraz aşağı, fakat bir doğuludan biraz üstün olduğunu ilân etmekle aşağılık duygusu içinde bulunduğunu açıklamış, orijinâl gözükmek için hiçbir tuhaflıktan çekinmemiş bir insandı. Türk dili alanında otorite olmak şöyle dursun, söz söylemek yetkisi bile olmayan bir yazar olduğu için fikirlerinin, iddialarının hiçbir değeri yoktur. Nitekim yazıları o devrin fikir sefâletini gösteren örnekler olarak dergi yapraklarında kalmıştır.

Onun bu uydurma Türkçeciliğini, fikir arkadaşlarını dikkate alarak, şüphe ile karşılamak da kâbildir. Meselâ “kelime” karşılığı olarak “tilcik” (yani bizim lehçemizle“dilcik”) diye bir söz kullanılırdı. Bunun asıl anlamı kadınlık uzvunun bir parçasıdır. Bu kadar gülünç bir üstâdın ardından gidenlere gelince: Ne diyelim? İnsan hakları beyannamesine göre fikirler muhteremmiş…

Atsız Beğ’i hayli yormuştum. Artık müsaade istemek zamânı gelmişti. Fakat son bir soru daha sormaktan kendimi alamadım:

–   Efendim, yayın organlarında çoktandır imzânız görünmüyor. Milliyetçi gençlik bunu kendileri için büyük eksiklik sayıyor. Niçin yazmıyorsunuz?

Atsız Beğ hafifçe gülümsedi:

–   Bunun sebebi Evliyâ Çelebi’ye hayrülhalef oluşumdur.

Dedi. Atsız Beğ’e hak vermemek mümkün değildi. Çünkü her gün beş saati Maltepe’den İstanbul’a gidip gelmekle geçiyordu. Yâni kelimenin tam mânâsiyle yolların tükettiği bir adamdı. Hem de yollar onu yıllardan beri, bir kütüphânede sıradan herhangi bir adamın yapabileceği basit bir işi yapmak karşılığı tüketiyordu. Millî Eğitim Bakanlığı’nın büyük (!) mevkili, büyük (!) kişileri bundan dolayı ne kadar övünseler hakları olurdu.

Orkun Dergisi, Mart 1962,  2. Sayı

* Söyleşi ülküdaşımız Yalçın Karaaslan tarafından, Orkun dergisinden birebir alıntılanarak, hazırlanmıştır.
** Söyleşiyi yapan kişinin adı maalesef dergide yer almamaktadır.

3 Mayıs ve Türk Kadını

3 Mayıs doğurduğu milliyetçilik düşmanlığı hareketi ile, Türk kadınının da bir nevi imtihanı olmuştur.

Milliyetçilik inançlarının hesabını vermek üzere hapsedilenlerin anneleri, eşleri, kız kardeşleri ve yakınları, o zulüm kampanyasının devamı müddetince ıstıraplarını içlerine akıtmak ve bütün acılara katlanmak suretiyle, Türk kadınının da Türk erkeği gibi millet mücadelesinde her türlü zorluğa göğüs gerebileceğini isbat etmiştir.

Bir anne, iki aydan çok bir zaman hürriyetten mahrum kalmış ve bu müddet içinde 4 yaşındaki çocuğunu, zulme aletlik edenlerin izinleri oldukça görebilmiştir. Bir anne, dünyaya getirdiği çocuğunun haberini uzaklardan haber salarak eşine duyurabilmiş, bir başka anne, kırk günlük çocuğunu babasına bir polis odasında gösterebilmiştir. Birçok anneler, birçok kız kardeşler, birçok eşler, oğullarını, kardeşlerini, eşlerini bir an görebilmek için nelere katlanmışlardır. Fakat hiçbiri de Türk kadınında bulunması gereken Türk kadınlığı vasfına asla toz kondurmamıştır.

3 Mayıs, bu gerçeği ortaya koyması bakımından da mühim sayılsa gerektir. Bu, o demektir ki, Türk milliyetçiliği yeni ihanetlere uğrarsa her yaştan Türk oğlu gibi her yaştan Türk kızı da en küçük tereddüt geçirmeden vazifesini yine yapabilecektir.

Reşide SANÇAR, Ötüken Dergisi, 17. Sayı

Atsız’ın Bilinmeyen Yazısı – Şerefli (!) Basın

Zayıf şahsiyetli insanlar, erişemediği üzüme ham diyen tilki gibi, kendilerinde bulunmayana sahip olanın bedava düşmanıdır. Cahil, bilgilinin hasmıdır, ilmine bir şey söyliyemediği için onu, meselâ satılmışlıkla suçlandırır. Zayıf, kuvvetliden nefret eder. Bu nefretini, meselâ, kuvvetin hayvani bir vasıf olmasıyla ileri sürer. Veremlinin sıhhatliye karşı gayzı tıp kitaplarına da geçmiştir. Fahişeden doğan çocuk, bu aşağılık duygusunu namuslu kadınların iffetine dil uzatmakla tatmine çalışır. Avamdan gelip baş mevkiye geçen insan, asillere harekette bir teselli bulur, (Napolyon gibi).

Bunun gibi, zoru gördüğü zaman yalvaran, tarziye veren, sözünü geri alan insan da ömrü boyunca eğilmemişlere karşı duyduğu hınçla kendi zavallılığını örtbas etmeğe çabalar.

Bediî Faik’ten bahsetmek istiyorum : 18 Şubat tarihli Dünya’da Alparslan Türkeş aleyhindeki karalamasına beni de karıştırarak hiçbir lüzum olmadığı halde işi 1944 yılına ve Irkçılık-Turancılık dâvasına kadar götüren bu yazıcı, Türkeş’e ve bana hayalî bir takım beyanlar verdirerek umumî efkâra bizi maceracılar gibi tanıtmak ve şahıslarımızda Türkçülüğü kötülemek istiyor. Türkeş için söyledikleri hakkında konuşmak bana düşmez. Ben ancak benim için söylediklerine cevap veriyorum.

Bediî Faik deyince, tabiî akla derhal Mükerrem Sarol geliyor ve hafızalar bu devrimbaz gazetecinin Mükerrem Sarol’a da yazıyla hakaret ettiği için tevkif edildiğini, fakat kendisinde yürek Selanik olmak dolayısıyla Mükerrem Sarol’a yalvarıp yakararak ve tarziye vererek onun tarafından affolunmak suretiyle hapisten kurtulduğunu hatırlıyor. Hiç şüphesiz, metin insanların asla kabul edemiyeceği bu hâdise bir insanın daima başına kalkılırsa ve o insanda hak duygusu yerine isterik bir kin hâkim olursa, haksız olarak hapislerde yattığı halde eğilmeyen insanlara karşı bir aşağılık duygusu duyacak ve şuur altında yaşayıp onun vicdanını daima tırmalayan bu duygu, onu işte böyle yeniden haksız hücumlara sürükleyecektir.

Bediî Faik’in bu saldırışı kendi teşebbüsü ile yaptığına ihtimal vermiyorum. 1944’teki Irkçılık – Turancılık dâvasının dosyasından metinler verdiğine göre buna imkân yoktur. Çünkü 1944’te Sıkı Yönetim Mahkemelerinde görülen bu dâvanın dosyası da şimdi Adliye mahzeninde mahfuzdur ve dâvanın taraflarından biri olmayan Bediî Faik için o dosyanın görülerek parçalar nakledilmesi mümkün değildir. Demek ki Türkçülük aleyhinde halâ işleyen bir şebeke, Türkçülerin şahsında Türkçülüğü vurmak için gayrîkammî ve usulsüz teşebbüslere başvurmaktan çekinmemekte ve hırsla kıvrandığını bildiği Bediî Faik gibi gazetecileri buna âlet etmektedir.

Bunu böylece belirttikten sonra basın ahlâk yasasına uyduğunu ilân eden ve gazete adının altına «Hep bu vatan, hep bu halk için» diye pek büyük sözler koyan Dünya yazıcısının uydurmalarına geçiyorum:

1944’te benim peşime takılanlar, Naziler safında savaşa girmek için memleketi ele geçirme hülyasında imiş. Peşime takılanlar böyle düşününce benim de aynı fikri taşımamdan tabiî ne olabilir? Şimdi soruyorum: Basın ahlâk yasası, bu vatan için, bu millet için, teraneleriyle bu iftiralar bağdaşabiliyor mu? Ahlâk yasası için mademki söz verdin, sözün şeref olduğunu bilerek vatandaşlar için yazacağın iddialı yazılarda kılı kırk yaracak, yanlıştan çekinip korkacaksın. Tabiî bu sözüm şerefe gerçek mânasını verenler içindir. Şeref nedir sorusuna «millî takımın sağiçi» diyenler için değil… Benim ve bana uyanların naziler safında savaşmak üzere hükümeti ele geçirmek istediğimiz yavesine, kafatasının içinde herhangi bir primat kadar zekâ bulunanların inanmıyacağı tabiîdir. Nitekim 1944’te birçok ahlâksızların, devşirmelerin, dönmelerin ve komünistlerin kışkırtması üzerine Millet Meclisini devirmek iddiasıyla mahkemeye verildiğimiz zaman dahi buna budalalardan başka kimse inanmamıştı. Hattâ o zamanki şerefli (!) basının yaygaralarına rağmen, hazırlık tahkikatında bile bu değil de, hükümeti tahkir vesaire ileri sürülebilmişti. Neticede hepimiz beraat ettiğimiz gibi mahkeme Irkçılık ve Turancılığın suç olmadığına karar verdi. Zaten millî şeref ve şahsî izzetinefs sahipleri için, Irkçılık ve Turancılığı suç saymak, aile hayatında iffeti suç saymak kadar saçma ve gülünç olurdu.

O dâvanın 23 sanığından bugün 21 i hayatta ve 20 si yurttadır, Bu insanlar hayatta iken bana ve diğerlerine söylemediğimiz sözleri isnad etmek, şerefli (!) basınımızın şeref vazifesinde berdevam olduğunu gösterse gerektir.

Bir de bu cevap dolayısıyla hakkımdaki bir fikrini düzelterek Bediî Faik’e bir ders vermek istiyorum; derse ihtiyacı var: Benim, Türk edebiyatında bir salyangoz kadar bile iz bırakmıyacağımı söylüyor. Hattâ belki o kadar bile değil de hiçbir iz bırakmıyacağım. Ancak, bunu tayin edecek olanlar Bediî Faik gibi Üniversiteyi bitiremeyenler değil, edebiyat tarihçileri ve hepsinin üstünde de zamandır. Zamanla herkes unutulacak ve meselâ milâdın 5.000 inci yılında, bugün pek büyük gözüken insanların adı ancak ansiklopedilerde 3-4 satırlık yer tutacaktır. Fakat benim 21 inci yüzyıla varmadan unutulmam, benimsediğim Türkçülük fikrine asla gölge düşürmez. Türkçülük ülküsü Irkçılığı ile, Turancılığı ve, militarizmi ile yaşıyacak, bu muhakkak… Yine şu da muhakkak ki edebiyatta hiç hatırlanmamak, basın tarihinde baykuş gibi ebediyen hatırlanmaktan çok şereflidir.

Hüseyin Nihâl ATSIZ, Milli Yol Dergisi, 6. Sayı

Yeni Orkun Dergisi – Serkan Akgöz

Atsız‘ın vefatından sonra yayımlanan Türkçü Dergiler arasında en önemlisi sayılabilecek olan Yeni Orkun, Atsız‘ın çevresinde yer alan ona gerçek manada dava arkadaşlığı eden Türkçülerin el birliğiyle ortaklaşa  (ki bu durum Türkçü dergiler arasında pek görülmemektedir.) yayımlanmıştır. Yeni Orkun, Mart 1988 ile Aralık 1989 arasında 20 sayı yayımlanmıştır.

Kurucusu Atsız ibaresiyle, İmtiyaz sahipliğini Refet Körüklü‘nün, Yazı işleri müdürlüğünü de İsmet Tümtürk‘ün, İdâri müdürlüğü Muzaffer Eriş‘in üstlendiği Yeni Orkun’da Fethi Tevetoğlu, Mustafa Kayabek, Erk Yurtsever, Tekin Erer, Altan Deliorman, Mirat Özçamlı, Bican Ercilasun başta olmak üzere tanınmış Türkçülerin yazıları ve şiirleri neşredilmiştir.

Derginin ilk sayısında Muzaffer Eriş‘in okuyucuları yolladığı şu notu yollayarak aboneliğe davet ediyor.

yeni-orkun-muzaffer-erisin-notu

Yeni Orkun‘un maddi giderlerini karşılamak için Muzaffer Eriş, Ötüken Dergisi’nin elinde kalan nüshalarını uygun fiyatlarla satışını yapmıştır. Yine derginin devamlılığı için ortaklaşa Ergenekon’dan çıkış resimleri yapılıp, okuyuculara satışı gerçekleştirilmiştir.

Yeni Orkun‘un her sayısında arka kapağında “Dünden sesler” başlığı altında Tanrıdağına göçmüş Türkçülerin yazılarına yer verilmiştir. Dergide yayımlanan önemli yazı ve röportajlardan bazıları şunlardır: Fethi Tevetoğlu tarafından kaleme alınan ve vefatına kadar devam eden Bin Dokuz Yüz Kırk Dörtlüler başlıklı Irkçılık-Turancılık davasının arka planını ve dava da yargılanan Türkçüleri anlattığı yazı dizisi, Tahsin Banguoğlu ve Enver Yakuboğlu ile yapılan röportajlar. Altan Deliorman‘ın kaleme aldığı ve kapak konusu olan “Homeros Kimin Atası” başlıklı yazısı, İsmet Tümtürk Rusya-Afganistan savaşında Afganistan Türklerini konu alan yazıları Türkçü camiâ tarafından beğenilenerek okunmuş ve geniş kitlelere ulaşmıştır. Atsız tarafından Türkçüler’e gönderilen mektuplarda ilk kez Yeni Orkun’da gönderdiği kişiler tarafından yayımlanmıştır. Atsız’dan Aydile Ayda’ya Mektuplar kitabı da Tevetoğlu ve Yeni Orkun ekibinin teşvikleriyle yayımlanmıştır.

Kayseri Kültür ve Turizm Derneği ve Yeni Orkun Kayseri temsilciliği tarafından 7-8 Mayıs tarihinde Büyük Atsız‘ın hatırasına bir toplantı ve yazı yarışması gerçekleştirilmiş yarışmanın kazananlarına Fethi Tevetoğlu tarafından Atsız Armağanı adıyla armağanlar verilmiştir. Yine Orkun sayfalarında Altın Bozkurt Ödülü fikri ilk kez ortaya çıkmış ve ileri ki dönemde Orkun Vakfı tarafından gerçekleştirilmişti. Kasım 1988’de Yeni Orkun Akşamları adıyla bir etkinlik serisine başlanmış ancak devamı getirilememiştir. Yeni Orkun Akşamları, derginin yazarlarıyla okuyucularını bir araya getirmek ve Türklük ile ilgili güncel meselelerde fikir alışverişinde bulunmak amacını taşıyordu.

Derginin Aralık 1989, 20. sayısı Fethi Tevetoğlu‘na ithaf edilmiş “Bir Cihan Çöktü, Tevetoğlu’nu kaybettik” kapağıyla yayımlanmış ve yayım hayatı sona ermiştir. Türkçülük tarihiyle ilgili araştırmalarda bulunacak kişilerin kesinlikle okuması gereken dergiler arasında yer aldığını düşünüyorum.

Serkan Akgöz

Türk ve Yabancı Millî Destanlarından Örnekler – Volkan Turgut

“Türk Ve Yabancı Milli Destanlarından Örnekler” adlı muhteşem eser, Nejdet SANÇAR’ın evraklarından oluşturulmuş ve geçtiğimiz ekim ayında Bozkurt Yayınları tarafından basılarak kitapseverlerin istifadesine sunulmuştu. Birçoğumuzun varlığından bile haberdar olmadığımız bu görkemli çalışmayı bize kazandıran Serkan AKGÖZ Bey de bu ikinci kitabı ile gönüllerimizdeki yerini perçinlemiş oldu.

Eser 118 sayfadan ibaret olmakla birlikte fikriyatımızdaki ve edebiyat dünyamızdaki ehemmiyeti bakımından yüzlerce sayfaya denk olsa gerekir. Zira kabaca bir tasnifle iki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Türk milli destanlarından, ikinci bölümünde ise yabancı milli destanlardan kesitler sunulmakta. Türk destanları olarak Yaratılış, Şu, Oğuz Kağan, Ergenekon (Bozkurt), Türeyiş, Göç destanları ve Danişmendname’den en can alıcı bölümleri; yabancı destanlardan ise İlyada, Şehname ve Kalevela’nın asgari bilmemiz gerektiği kadarı bir araya toplanmış. İfadeleri sade, anlatımı akıcı ve milli gurur ve bilinci ziyadesi ile kazandırabilecek yeterlilikle olan bu çalışma için uzun zamandır okul kütüphanelerinde yokluğunu hissettiğimiz bir alanın doldurulmuş olduğunu söylemek de mümkün. Nitekim öğrencilerimiz bu kitap sayesinde sanal dünyadaki bilgi kirliliğinden kurtulup ihtiyaç duyduğu sağlıklı bilgiye artık kolayca ulaşabilecek.

Fevkalade yerinde düşünülmüş bu çalışma için Nejdet SANÇAR’ı rahmet ve özlem ile yâd ettikten sonra sanırım genç araştırmacı ve yazar Serkan AKGÖZ Bey’e de bir teşekkür borçluyuz. Hem fikriyatımızı ve edebiyatımızı berkiten bu ikinci kitap için hem de vatanını en çok sevenin görevini en iyi yapan olduğunu herkese bir kez daha kanıtladığı için…

Volkan Turgut

Nejdet Sançar’ın kaleminden “Türk ve Yabancı Millî Destanlarından Örnekler” kitabını www.bozkurtyayinlari.com adresinden kargo ücreti dahil 15 TL’ye edinebilirsiniz.