Ana Sayfa Blog

Atsız’ın Bilinmeyen Bir Yazısı : On Beşinci Asra Aid Bir Türkü

On beşinci asırdan kalan halk edebiyatı örnekleri yok gibidir. Bunun için, ancak bir beyti malûm olan eski bir türküyü burada zikredeceğim. Bu beyit Giesenin 1922 de neşrettiği anonim «Tevarih-i al i Osman» metninin altmış beşinci sayfasındadır. Hicri 829 (m. 1426) yılında, İzmiroğlunun Osmanlılar tarafından yenilip oğlu ile birlikte öldürülmesi üzerine çıkmıştır. Anonimde bu mesele hakkında şu satırlar vardır: İzmir oğlu Osmanluyu beğenmezdi. Osmanluya davşan deyü ad vermiş idi. Kendülere kurt dedürmüş idi. Oğlunun adı Hasan idi. Ol vakit kim uğraşda sinub İzmir oğlı kaçdı, anlara bir türki çıkarmışlardı. Çokdurur. İlla amma bu beyit arada yadolsun:

Ulaşur dağdağı kurda
Davşan neler eder kurda.

Bu şekli ile iki mısraın da aynı kafiye ile bitmesi nazım tekniğine göre bir yanlışlıktır. Ancak Giese birinci misraın diğer bir nüshadaki başka bir şeklini de gösteriyor ki doğrusu da bu olsa gerektir. Bence daha doğru olan bu mısra şöyledir:

O Alaşardağı kırda.

Bu suretle kafiye yanlışı ortadan kalkıyor ve beyit şu şekli alıyor:

O Alaşardağı kırda
Davşan neler eder kurda.

Duraksız sekiz heceli ile yazılan bu beyit, bugünkü bilgimize göre türküden çok koşmaya benziyorsa da, türkünün yazıldığı çağda yaşıyan anonim müellifinin hükmünü kabule mecburuz.

1426 yılına ait olduğu için, benim bildiğime göre, şimdilik halk edebiyatı örneklerinin en eskisi bu eksik parçadır. Bu bakımdan değerlidir.

Adsız

* Yazı Halk Bilgisi Haberleri dergisinin Birinciteşrin 1938 tarihli 84. sayısında yayınlanmıştır.
** Yazıyı bize ulaştıran İbrahim Ağkoyun Beğ’e teşekkür ederiz.
*** Yazı İsmail Akgöz tarafından birebir bilgisayara aktarılmıştır.

Erk Yurtsever Armağan Kitabı | Yazı Çağrısı

3 Ocak 2017’de uçmağa varan büyüğümüz Erk Yurtsever için bir armağan kitabı hazırlamayı tasarlıyoruz. Çalışmada Yurtsever’in hayatı, edebi ve fikri çalışmaları, hatıraları vb. konuları ele alan yazılara yer verilecektir.

3 Ocak 2024 tarihinde yayınevimizden çıkarmayı planladığımız bu armağana katkıda bulunmanızdan şeref duyarız. 10 A4 sayfasını aşmayan ve bugüne kadar yayımlanmamış yazınızı 16 Eylül 2023 tarihine kadar bekliyoruz.

Armağana katkıda bulunmayı prensip olarak kabul edenlerin yazı içeriğinizi belirten kısa bir yazı ve biyografinizi 8 Şubat 2023 tarihine kadar armagan@bozkurtyayinlari.com adresine e-posta ile göndermenizi önemle rica ederiz.

Yazım kurallarına aşağıdaki dosyadan ulaşabilirsiniz.

Destek ve katkılarınız için şimdiden teşekkür eder, selam ve saygılarımızı sunarız.

Hazırlama Kurulu

Ek : Yazım Kuralları

Nihâl Atsız’la Karşı Karşıya – Söyleşi

Çoktanberidir Atsız bey[1]le bir konuşma yapmak isterdim. Fakat bir türlü fırsat yakalayamamıştım. En nihayet bu arzu beni yollara düşürdü. Atsız beyi Süleymaniye kütüphanesinde bulabileceğimi öğrenerek yola çıktım. Atsız, eski devrin en korkunç istibdat yıllarında Türkçülük bayrağını açarak meydana atılan insan…

İdealist Atsız beyi kütüphane de kitaplarla başbaşa buldum. Bazı şairler vardır, bizzat kendilerinin okuyucu tarafından tanınması aleyhinde oluyor. Atsız bey böyle değil. Onu görüp konuşmakla insan yazdıklarına o kadar daha ısınıyor.

Hal hatırdan sonra işi suallere döktük :

– Hocam, sanatın millisi olmaz diyorlar, bu hususta fikriniz nedir?

– Sanatın değil, ilmin bile millisi vardır. Bir milletin dilini, duygusunu, zevkini en üstün örneğiyle veren sanat eseri millidir. Milli duygu daima ahlaka, güzele değer verdiği için, milli eser ahlaki ve güzel olan eserdir. ”Milli sanat olmaz” teranesi kozmopolitliğin, gizli maksadın veya gafletin eseridir.

– Bugünün edebiyatçıları yeni modern bir Türk sanatı doğdu diyorlar. Hakikaten böyle bir şey var mıdır? Yoksa yeni modern sanat diye bahsettikleri Batı edebiyatının bir kopyesi, yani onun taklidi midir?

– Bugünün edebiyatçıları arasında henüz çığır açacak kuvvetli şahsiyetler yok. Edebiyatımız bir bocalama devri geçiriyor. Türk grameri okumadan ve eski Türk edebiyatını gereğince görmeden yetişen nesiller modern sanat diye bir şey yaratamazlar.

– Bir şiirin güzel olabilmesi için ele alınan mevzuun rolü var mıdır?

– Şiirin güzelliğinde, konunun biraz rolü vardır zannederim. Hissi mevzular, fikri konulardan daha kolay ve daha güzel yazılırlar. Fikri yazıları da en büyük ihtişamla yazan şair olarak yalnız Abdülhak Hamid’i tanıyorum.

– Fantazi dergilerle ağır başlı sanat dergilerinin ahlak üzerine ne gibi etkisi olabilir? Ve bunlar ilerisi için bir tehlike teşkil edebilir mi?

– Her türlü basının halk üzerinde müessir olduğu muhakkaktır. Bu bakımdan ağır başlı ve ahlaki neşriyatın müspet tesirine karşı hafif dergilerin menfi tesiri inkar olunamaz. Eski Türk cemiyeti yalnız kahramanlık, ahlak ve vefakarlık telkini yapan yazılar okuyordu. Cemiyete başka türlü hitap eden müellif yoktu. Bugün ise ya maddi kazanç sağlamak, yahut milli ahlakı yıkmak için yapılan neşriyat hadden aşırıdır. Bunları önlemek çok hayırlı olur.

– Bir sanatkarın sol temayüllü dergi ve gazetelerde eserlerini neşretmesi milliyet bakımından ne gibi mahzurlar doğurabilir?

– Sanatçıların solcu dergilerde yazı neşretmeleri başta kendileri için zarardır. Sanat uğruna şerefsiz solcu damgası almak yakışır mı?

– Nurullah Ataç adlı birisi İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Akif için ”bayağadır” diyor. Bu kanaat sizce doğru mudur?

– Nurullah Ataç’a aldırmayın. Güldürmek için söylemiştir. Çünkü komiksel bir şahsiyettir.
– Bazı genç arkadaşlar yeni çalışmalarınız olup olmadığını soruyorlar.

– Beni hatırlayan, sormak lütfunda bulunan gençlere teşekkür ederim. Uzun zamandır Türk ve Osmanlı tarihine dair iki eser üzerinden çalışıyor ve zaman beni bitirmeden ben onları bitirmeye uğraşıyorum.

– Günümüz sanatçıları içinde en beğendiğiniz şair, hikayeci, romancı ve münekkit kimlerdir?

– Yaşayan şairler arasında Yahya Kemal’i, hikayeci ve romoncılar arasında Reşat Nuri’yi beğeniyor, tenkidcileri tanımıyorum.

Atsız beyi fazla meşgul etmemek için müsaadelerini alarak, ayrıldım.

Röportaj: Nihat Dalay

[1] = Röportajın orjinal metninde Adsız olarak geçmektedir, düzeltme tarafımızda yapılmıştır.
* Röportaj Türk Sanatı dergisinin Şubat 1955 tarihli 32. sayısında yayınlanmıştır.
** Röportajı bize ulaştıran Dilgam Ahmad Beğ’e teşekkür ederiz.
*** Röportaj Gökhan İlhan tarafından birebir bilgisayara aktarılmıştır.

Ölüm Kirpiklerimin Arasında Bir Dünya

Beni buraya gömün
Buraya gömün dostlar
Ne çıkar bir parçacık
Mezarım olmuşsa dar…

Bağrına bassın bugün
Bir zamanlar üstünde
Alınteri dökerek
Çalıştığım topraklar…

Yeşilken başka güzel
Başka güzel sarıyken
Rüzgarların önünde
Sürüklenen yapraklar…

Yağmuru damla damla
Güneşi çizgi çizgi
İçerek sarhoş oldu
Saçlarımdaki aklar…

Ölüm kirpiklerimin
Arasında bir dünya
Bu dünyanın içine
Gider bütün sokaklar…

MUSTAFA KAYABEK 1963

Elektronik ortamda yayına devam

Saygıdeğer okurlarımız Temmuz 2014’de başladığımız ve matbu 6 sayı yayınlanan dergimiz, hayatına bugünden itibaren elektronik ortamda devam edecektir. Detayları yakında sizlerle paylaşacağız.

Saygılarımızla.

Atsız’ın Bilinmeyen Bir Yazısı – Birlik ve Disiplin

Birliğin kuvvet doğurduğu hakikatı üzerinde hiçbir fikir ihtilâfı yoktur. Bu hakikati, birçok milletlerde hikâyelere, fıkralara, vecizelere, atasözlerine konu olmuştur.

Az kuvvetle çok iş yapmak gerektiği zaman başvurulacak biricik yol birliktir. «Birlik» , muhtelif enerjilerin birbiri aleyhine yönelerek karışmalarını önleyecek tek çaredir. Bu hakikat herhalde pek eski çağlarda anlaşılmış, devletler bu hakikatın neticesi olarak doğmuştur.

Türk milliyetçileri bugün sıkı bir birlik kurmak zorundadırlar. Çünkü bütün yurdu kaplayan bir teşkilat kurup nazariyeden ameliyeye geçmişlerdir.

Milletlerin ruhiyatı ve kabiliyeti yüzyıllar boyunca pek az değiştiğine göre acaba geçmişimiz bu enerji kaynağı birlik için bize ümit verecek durumda mıdır? Yoksa kendimize yeni bir ümit kapısı açmak için yeni atılışlar yapmak mı icab edecektir?

Tarihimiz, bugün için aradığımız birlik ve disiplin kabiliyetinin bizde bol bol var olduğunu gösteren örneklerle doludur.

Irkımıza disiplin fikrini ve kabiliyetini ilk sokan şahıs büyün Kun imparatou «Mete» (yahut «Motun») Yabgu’dur. Milâttan önceki 209 – 174 yıllarında hükümdarlık eden Mete’nin, ordusunu nasıl kurduğu malûmdur: Sıkı talim ve kabiliyet geliştirme, buyruklara kayıtsız – şartsız başeğme ve en küçük tereddüdün cezası olarak ölüm. Bugün için fazla sert olan bu disiplin şekli o zaman için normaldi ve bir millet yaratmaya yarıyacak manevî bir unsur olmuştu. Netice belli: Küçük, fakat demir gibi disiplinli bir ordu ile kurulan ve asılarca devam eden koca bir imparatorluk ve «Türk Birliği»

Mete’nin millete aşıladığı disiplin ve birlik ruhu günümüze kadar gelmiştir: Birkaç imparatorluğa yetecek kadar geniş olan topraklarda daima birlik halinde tek devlet kurmak için yapılan iç savaşlar ve bu savaşların organı olan disiplinli, örnek şövalye orduları.

Apar kağanı «Tolun», Gök Türk Kağanı «İstemi», Uygur kağanı «Moyunçur», Karahanlı hakanı «Satuk Buğra» daha sonra «Cengiz Han» hep aynı metodla hareket etmişlerdir.

Osmanlılarda da aynı şeyi görüyoruz. Birlik ruhu ve sıkı disiplin, büyük meydan savaşlarının kazanılmasındaki başlıca âmildir. Niğebolu savaşında disiplinsiz bir millet olan Fransızların şövalye ordusu bir başıbozuk sürüsü gibi Osmanlı ordusuna saldırır ve ilk saftaki hafif piyadeyi dağıtırken asıl ağır ordu, heykel sessizliği içinde kesin neticeyi sağlayacak müdahale zamanını bekliyordu… Mohaçta disiplinsiz Macar kahramanlığı disiplinli Türk kahramanlığı karşısında ölüm darbesini yemişti.

Birlik ve disiplin yalnız savaş ve dövüş meydanlarına has bir vasıta değildir. Hayatın her alanında ve safhasında aynı tesirli neticeyi haiz bir vasıtadır. Osmanlı çağının tarikatları ile esnaf teşkilâtındaki disiplin ve birlik ruhu 15 – 16 ncı Asırlardaki büyüklüğümüzü sağlıyan kuvvetti.

Bazı bozguncu ve anarşist düşünceler birlik ve disiplinin aleyhindedir. Bunlar «Hürriyet» kozunu sık sık kullanarak ve disiplini istibdat, mutlakıyet, faşizm gibi beylik sözlerle karıştırarak fikirleri bulandırmak isterler. Bu gibi bozguncular sinsi sinsi propagandalar yaparlar, hatta askeri terbiyenin de aleyhinde bulunurlar. Halbuki, düşünülecek olursa disiplinin ancak yüksek insan topluluklarına has bir düzen olduğu kabul olunur. Bilfarz «Fin» topluluğu ile «Habeş» topluluğu ölçüştürüldüğü zaman birincideki disiplinin daha sıkı ve sert olduğu ortaya çıkar. Bu disiplin ruhlara sinmiştir. İleri bir topluluğun daha verimli, daha kolay ve hakkaniyetli yaşaması için başlıca şartlardan biridir. Disiplinli bir toplulukta kıtlık olduğu zaman yiyecek, vesikaya bağlanır. Herkes, ne kadar az olursa olsun, sıra ile yiyeceğini alır; fakat kimse açlıktan ölmez veya perişan olmaz.

Disiplinsiz toplulukta ise böyle bir nizam yoktur. Zenginler, nufuzlular veya açık gözler yiyecek maddelerini kapışırlar. Geriye kalanlar aç kalır, belki de ölür.

Bir konser bileti almak için kişe önünde kuyruk olup bekliyen insanlar, hürriyetlerinden kaybetmiş değildir. Medenî olduklarını gösteren insanlardır. Sıraya aldırmıyan, hep birden bilete hücum edenler ise iptidaî mahlûklardır.

Disiplin hayvan sürülerinde bulunmaz. İnsan topluluklarında ise onun olgunluk derecesine göre bulunur.

Disiplinle birlik birbirinden ayrılmayan iki unsurdur. İkisi daima beraber bulunur. Birlikle disiplinin nasıl bir enerji doğurduğuna en iyi örnek küçük bir askerî birliğin silâhlı çatışmalarda kendisinden kat kat üstün bir sivil kalabalığına daima galebe çalmasında gösterilebilir. En cesur kimselerden mürekkep yirmi başıbozuk, daha az cesur on askere her zaman yenilir.

Disiplin yaman bir kuvvettir. En kötü disiplin, disiplinsizlikten daima iyidir.

Anarşist fikirler, disiplini bir esaret diye anlatmak ve kabul ettirmek ister. Halbuki disiplin bir intizam ve feragat halidir. Bir topluluğun içinde vazife hiyerarşisinin gerektirdiği tabiî bir neticedir. İnsanlar toplu halde yaşadıkça daima üstler ve astlar olacaktır. Böyle olunca da mutlaka direktif verenlerle alanlar bulunacaktır.

«Çekiçsen vurmayı, örssen dayanmayı bil» şeklindeki atalar sözü «sosyal nizamda sana düşen vazifeyi hakkı ile yap» demektir.

ATSIZ, Türkeli Dergisi, 18. Sayı, 20 Ağustos 1952

* Atsız’ın bu yazısı ülküdaşımız İbrahim Ağkoyun tarafından özel bir araştırma sırasında bulunmuştur.
**  Ülküdaşımız Mutluhan Pekin tarafından hazırlanmıştır.

Şehit Tayyareci Kurmay Yüzbaşı Kâmi – Celâl Öcal

Rahmetli Nihal Atsız “Yolların sonu” kitabında “Kahramanlar can verir \ Yurdu yaşatmak için” satırlarıyla biten “Kahramanların Ölümü” şiirini “Şehit Tayyareci Kurmay Yüzbaşı Kâmi’nin hatırasına”  ithaf etmiştir. Plt.Yzb.Kâmi’nin kim olduğunu araştırdık.Silah arkadaşlarının onun hakkında yazdıklarını Havacılık ve Spor dergisinde ifade ettiğini okuduk. (1) Hakkında Ercan Çetinerler’in hazırladığı siteden bilgi aldık.

Sicil bilgileri.(2)

Adı soyadı : Hv.Plt.Kur.Yzb.İsmail Kâmi
Baba adı   : Mehmet
Ana adı    :
Doğum yeri ve tarihi : İstanbul-1898
Şehadet yeri ve Tarihi : Eskişehir, 25.8.1931
Son görev yeri : Eskişehir Hava Ok.K.lığı
Sicil No : 1916-250
Medeni hali : Evli 1 çocuk.
Eş ve cocuklarının adı : Saffet-İlhan
Gömülü olduğu yer : Eskişehir Hava Şehitliği.

Sönen Yıldızlardan; KÂMİ

Kâmi’nin ölümü,Türk Tayyareciliğinin kalbinde ebedi bir sızı olarak kalacaktır.

   25 Ağustos 1931 Salı  sabahı yapmakta olduğu tekamül uçuşları esnasında geçirdiği bir kaza neticesinde tayyaresiyle beraber sukut ederek şehit olan Yüzbaşı Kâmi ,tayyarecilik tahsili için iki sene evvel hava kuvvetleri emrine gelen kıymetli erkanıharp zabitlerimizdendi.Harp Akademisini yüksek bir derece ile ikmal eden kahraman zabit havacılıkta hizmet etmek emelile ve kendi arzusuyla hava sınıfına geçmişti.

   Kâmi Bey Harbi umumi içinde zabit olmuş ve muhtelif cephelerde fedakârane hizmetleri sepkat etmişti. İstiklal Harbi’nin en buhranlı zamanlarında bilhassa İnönü,Sakarya ve son Büyük taaruzda Kami her zaman olduğu gibi yine memleketi hesabına düşmanla kahramane çarpışmaktan geri kalmamış ve bütün kumandanlarına karşı Türk zabiti olduğunu göstermiştir. Kami,Harp Akademimizin yetiştirdiği müstesna zekalardanda. Onu yakından bilenler yok oluşu için en ziyade ısdırap çekenlerdir. 1930 Şark harekatında ve bilhassa  Ağrı Dağında Kami Türk  havacılığına şerefli bir tarih kazandırmıştır.En müşkil hava şartları içinde sabahtan akşama kadar yılmadan bila fasıla uçuşlar yaparak attığı bombalarla Ağrı’ya dehşet veren merhunun o günlere ait kahramanlıkları henüz kimsenin hatırından çıkmamıştır. Bütün bu şanlı menkıbeleri Kami yaratmıştı. Kami,Türk milleti için muazzam bir varlıktı. Ve o varlığı bilhassa istikbal içindi,Kami’nin ölümü yalnız Türk Tayyareciliğini değil,bütün Türk milletini ağlattı. Kami’nin yok oluşu yalnız Türk havacılığına değil,Türk vatanına da ziya oldu. Bu şerefli tayyareci için,Eskişehir’de akıtılan göz yaşları büyüklüğünün yegane delili idi.

   Kâmi evli idi.Memleket için yetiştirmekte olduğu yedi yaşında bir oğlu vardır.Henüz bu yaşta öksüzlüğün acısıyla mustalip olan minimini yavrunun şimdi koca bir millet babasıdır.Kami’nin geride bıraktığı insanlar milletindir,onlar millet için en değerli birer emanettir.

   Kâmi gitti,yok oldu.Fakat onun unutulmayan şerefli hatıraları ve yüksek namı her Türk’ün kalbinde ebediyen yaşayacak ve ölmeyecektir.

   Nihal Atsız ,Şehit Plt.İsmail Kâmi ve diğerlerini saygı ve rahmetle anıyoruz.

Celâl Öcal

 

1-Havacılık ve Spor 22 kanun sani 1932

2-Ercan Çetinerler havaciyiz.com

 

Atsız, Dr Rıza Nur’u Anlatıyor

Masanın bir ucunda Atsız, diğer ucunda ben.

– Demek şimdi niyetin ciddî, dedi, röportaj yapmak için azimlisin.

Kendisine mahsus şakacı tavrı ile gülümsüyordu.

– Evet, diye cevap verdim. Hem biliyor musunuz bu röportaj işi gazeteciliğin en ucuz kısmı. Önce konuşmak röportaj yapmak için birisini yakalayacaksınız…

– Sen de beni yakaladın.

– Öyle… Ondan sonra biraz kağıt, biraz kalem oldu mu, tamam.

Kağıtları ve kalemi cebimden çıkarıp masanın üzerine koydum.

– Başka?

– Bir de sorular meselesi var. İsterseniz soruları da siz sorun ve sonra kendi sorduğunuz sorulara cevap verin.

– Oldu olacak bu röportajın üzerine benim imzamı atarsın artık. En iyisi soruları bari sen sor da röportaja benzesin.

* * *

– Dr. Rıza Nur’u ilk önce nerede ne zaman gördünüz?

– Mısır’dan geldiği gün… Zevcemle birlikte karşılamaya gitmiştik.Vapur rıhtıma yanaştığı zaman önce o beni görmüş “Nihâl” diye seslendi.

– Öyleyse evvelden sizi tanıyordu.

– Hayır. Yalnız resimlerimizden birbirimizi tanıyorduk. Aramızdaki tanışma  “Oğuznâme” vesilesiyle oldu. Dr.Rıza Nur’un İskenderiye’de Oğuznâme’yi neşrettiğini duymuş ve bir tane edinmek istemiştim. Caferoğlu, “Kendisine yaz kardaşım, iyi adamdır, gönderir.” demişti. Bir mektupla Oğuznâme’den istedim. Gönderdi. Tanışıklığımız böyle başladı ve devam etti.

– Hatırlamışken onu da sorayım.”Türkbilik Revüleri” Paris’te mi yayınlanmıştı, yoksa Mısır’da mı?

– Hepsi, hattâ Lâtin harfleriyle olanlar dahi, Mısır’da.

– Dr. Rıza Nur’u ilk görüşte üzerinizde nasıl bir tesir bıraktı?

– Söylediğim gibi, resimlerinden tanıyordum. Görür görmez teşhis ettim. Tahminime çok benziyordu. Orta boylu, toplucaydı. Saçları dökülmüştü.

– İstanbul’a döndüğü zaman evli miydi?

– Hayır. Zaten Rıza Nur çok eskiden bir kere evlenmiş ve ayrılmıştı. Ondan sonra da bir daha evlenmedi. Çocuğu da yoktur.

– Sizce Rıza Nur’un en kuvvetli tarafı neresi idi?

– Tabii milliyetçiliği. Son derece şuurlu, uyanık ve engin bir sevgiyle Türklüğe bağlı idi. İkinci olarak sistemci oluşu da en kuvvetli taraflarından birisiydi. Her konuda fikri , hem de derin ve kendine mahsus fikri olan bir mütefekkirdi. Ansiklopedist de diyebiliriz. Türkiye’nin kalkınması için bir program hazırlamıştı. Bu programı Orkun dergisinde (1950-1951’de çıkan Orkun) yayınlamıştık. Tabii, bugün için eskimiş ve tatbik kabiliyeti olmaktan çıkmış tarafları var. Fakat bir vesika olarak değeri çoktur.

– Yazar olarak, üstün bulduğunuz tarafları nelerdir?

– Bence yazar olarak en kuvvetli tarafı hususî mektuplarıdır.

– Bir yazar için, basılmış eserlerinin dışında, hususî mektuplarının başarılı olması pek alışılmış bir şey değil. Sizce bunun sebebi ne olmalı ?

– Rıza Nur, güzel yazardı. Fakat yazdığından daha güzel konuşurdu.Bu da pek alışılmış bir şey değil. Herkes konuştuğundan daha güzel yazar. Umumî kaide budur. Rıza Nuri bu kaidenin istisnasıydı. Mektuplarının kuvvetli oluşu da herhalde çok samimî ve açık sözlü yazılmış olmasındandır.

Mektuplarından sonra en kuvvetli eserinin Türk Tarihi olduğunu söylemeliyim. Türk Tarihi millî heyecan verici olması bakımından çok mühimdir. Bir milliyetçi nesil yetiştirmiştir.

– Hangi nesil?

– Bizim neslimizi. Ben Türk Tarihi’ni okuduğum zaman yirmi yaşındaydım. Çok beğenmiş ve heyecanlanmıştım. Kardeşim Nejdet (Nejdet Sançar) o zaman on beş yaşlarındaydı. Onunla bahse tutuştuk. Türk Tarihi’nin her cildi için, okuduktan sonra, eğer okuyabilirse, ben ona beş kuruş verecektim. Biliyorsun, Türk Tarihi on iki cilttir ve bir hayli de hacimlidir.

– Kim kazandı?

– Bahsi Nejdet kazandı ama parayı almadı. Türk Tarihi’ni o kadar beğenmişti ki, on iki cildi de arka arkaya okudu ve kitabın verdiği büyük heyecanla bahsi kazanmasına rağmen, altmış kuruşu benden almak istemedi.

– Dr. Rıza Nur’un Türklüğe hizmetinden de biraz bahseder misiniz?

– Tabiî önce Türk Tarihi… Nesillere milli şuuru aşılayıcı kuvveti bakımından. Tarih olarak sistematik değildir. Son iki cildi de basılmamıştır. Sonra; tercümelerini söylemeliyim. Bir de neşrolunmayan Türk edebiyatı Tarihi var… Fiilî olarak da Türklüğe pek çok hizmeti vardır. Meselâ Ankara’da Millî Mücadele sırasındaki ilk maarif Vekilliği zamanında, mekteplere tâmim göndrerek , talebe isinlerinin Türkleştirilmesini istemişti. Şimdiki pek çok öğretmenin Türkçe isimleri o zamandan kalmadır.

– Lozan’a murahhas olarak gidişi nasıl oldu?

– Bak, bu hususta, sana, Rıza Nur’un kendisinden dinlediğim hâtırayı nakledeyim. Heyeti Vekile toplantısında, Lozan’a gidecek delegeler seçimi yapıldığı zaman, başmurahhas olarak Rauf Bey seçilmişti. İkinci murahhas olarak da Dr. Rıza Nur intihap olundu. Bir de Hasan Bey (Hasan Saka). Fakat, Rıza Nur, millî menfaatlere uygun görmediği için, Mustafa kemal Paşa’ya giderek “Neden bu adamı seçtirdin?” diye sordu. “Peki, kimi tavsiye dersin?” diye sorunca da şu cevabı verdi: “Bence İsmet Paşa’yı seçtirsen iyi olur.” Onu takip eden heyeti vekile toplantısında Mustafa Kemal Paşa, oturumu açınca, “Şimdi Lozan’a gidecek murahhasların intihabını yapalım, bence başmurahhas olarak İsmet Paşa münasiptir. Siz ne dersiniz?” diye sormuş ve tasvip edildikten sonra “Diğer murahhaslar zaten belli.”  diyerek doğrudan doğruya Rauf Bey’in şahsını istemediğini belirtmişti. Rıza Nur’un bu kadar yürekten davrandığı, İsmet İnönü’nün sonra O’nun hakkında ne iftiralarda bulunduğunu erbabı bilir. Şunu da belirteyim: Rıza Nur’un bu hareketi vatan menfaatinden başka bir sebebe dayanmıyordu. Rauf Bey ittihatçıydı. Rıza Nur ise eski itilâfçı. Fakat, Ankara’da Millî Mücadele başladığı zaman ön safta bulunanlar hep eski ittihatçılar olmasına rağmen Rıza Nur derhal onlara katılmakta bir beis görmedi. Vatan menfaatini parti fikrinin daima üstünde tuttu. Ankara’ya gidenler arasında da eski itilafçılardan hemen hemen başka kimse yoktu.

– Dr. Rıza Nur’un insanî taraflarına ve hassalarına dair bir hâtıranız var mı?

– İnsanları tanımakta fevkalâde kabiliyeti vardı. Meselâ, Gümülcineli İsmail Hakkı adında bir itilâfçı için daha o zamanlar “Bu adam Hürriyet ve itilâfı perişan edecek!” dermiş. Dediği oldu. Türkiye’ye geldiği zaman, daha sonra Türkçülükten dönen bir şahıs için “Gümülcineli, itilâfçıları perişan etti, bu adam da Türkçülüğü perişan edecek!” derdi. Dediği çıktı. Bahsettiği kimsenin Türkçülüğe büyük zararları dokundu.

– Türkiye’ye döndükten sonra, Rıza Nur, neyle meşgul oldu?

– Doktorluğu bırakmıştı. O, daha ziyade hareket adamıydı. Tanrıdağı Mecmuası’nı çıkarmak istiyordu. “Bu mecmuayı çıkaramazsam benim için ölümdür!” diyordu. Merhum Mükrimin Halil de O’nu bu fikrinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Fakat mecmuayı çıkardı. Tanrıdağı’nı çıkarmasına sebep , hem Türkçülüğü yaymak  hem de Türkbilik Revüsü’nde neşredemediği ilmî makaleleri neşretmekti.

– Mesleğinde, yani hekimlikte başarı göstermiş miydi?

– Evet, Operatör Cemil Paşa’nın (Cemil Topuzlu) muaviniydi. Sünnetçiliği ilmî bir şekle sokmuştur. 23 yaşında asistan yüzbaşı, 26 yaşında da doçent oldu.

– Şair olarak Rıza Nur hakkında fikriniz?

– Vasat bir şairdi. Esasen şiiri, Türkçülüğün yayılmasında bir vasıta olarak telâkki ederdi. En beğendiğim iki şiiri, “Oğuz Kağan Destanı” ile “Ateş ve Pervane”dir.

– Sinop’ta bir vakıf kütüphanesi var. Bu kütüphaneyi ne zaman kurmuş?

– Talebeyken kitap bulmakta zorluk çektiği için «İlerde param olunca kütüphane kurayım» diye niyet etmiş ve Millî Mücadele yıllarında bu niyet ettiği kütüphaneyi kurmuş. Bu bina, Sinop’ta deniz kıyısında iki katlı bir yalıdır ve bir çiftlik de geliri kütüp­haneye verilmek üzere vakıf bı­rakılmıştır. Kütüphanede daha ziyade Türkolojiye ait kitaplar vardır. Şimdi on bin cilt kadar kitap bulunduğunu tahmin ediyorum.

– Rıza Nur birçok siyasî hâdisele­rin içinde yaşamıştı. Hâtıralarının da çok zengin olması gerekir. Acaba hâtı­ralarını yazmış mı?

– Evet. Yazdığı hâtıralarını Paris’te ve Berlin’de iki kütüphaneye ver­miştir. Bunların ilerde basılması düşünülebilir.

– Türkiye’ye geldikten sonra dok­torluğu bıraktığını söylemiştiniz, ney­le geçiniyordu?

– O zaman Başvekil bulunan Dr. Refik Saydam eski arkadaşıydı. Onun yardımıyla emekli maaşı bağlandı ve birikmiş olanları da aldı. Bu sanırım, ayda 150 lira kadar bir paraydı.

– Hususî hayatında ne gibi özellik­leri vardı?

– Hususî konuşmalarında ve mua­melesinde gayet nazikti. Fakat prensip meselelerinde çok sert davranırdı. Fikirlerinde ısrar ve inat ederdi. Bir gün, ismet Tümtürk ile kendisini, bir imlâ meselesinde ikna edebilmek için büyük güçlük çekmiştik. Belki bir saat kadar münakaşa ettik. Fakat haklı gördüğü zaman da kabul ederdi. Meselâ bu imlâ meselesinde en sonunda «peki, peki, söylediğiniz gibi olsun» demişti.

Hiçbir aşırılığını görmedim. Arasıra içki ve pek nadiren de sigara içer­di. İtidalli yaşıyordu. Hattâ Mısır’da­ki bir alışkanlığını burada da terketmedi. Orada bulaşıcı hastalıklar pek yaygın olduğu için, bütün sebze ve meyvalan permanganat içinde temiz­ledikten soma yermiş. «Birçok arka­daşım bu yüzden öldü, benim sağ kal­mam bu ihtiyatım sayesindendir» der­di. Burada da sebze ve meyvalan permanganat içinde mikropsuz hale geti­rip yemekten vazgeçmedi.

– Peki, bir soru daha: Ölümünü na­sıl öğrendiniz?

– Bu çok acı ve beklenmedik bir darbe oldu. Ölümünden önce hiçbir rahatsızlığı ve şikâyeti yoktu. Sapa­sağlamdı. Taksim’de Şehit Muhtar Caddesinde Sülün Palas Apartmanın­da oturuyordu. Geceyarısı bir fenalık gelmiş, yanında çalışan hizmetçi kızı alt kattaki Doktor Semih Sümerman’a yollanmış. Doktor hemen gelmiş ve bir iğne yapmış. Sonradan öğrendi­ğimize göre ciğere kan hücum etmiş. Yirmi dakika sürmüyor, gözlerini haya­ta kapıyor.

Ertesi gündü, o zaman talebe olan Dr. Külâhlıoğlu geldi. Yüzü solgun, ha­reketleri ağırdı. «Size acı bir haber vereceğim. Doktor Rıza Nur bu akşam vefat etti» dedi. Donup kaldık. Hiç beklemediğimiz bir şeydi bu. Soma hazırlandık ve zevcemle birlikte Rıza Nur’un son ziyaretine gittik.

– Bildiğime göre, mezartaşında «Türklük için yaşadı, öldü» yazılı. Böyle yazılmasını kendisi mi vasiyet etmişti?

– Hayır. Kendisine ölümü yakıştı­rabilir miydi? Ona en yakışan mezartaşı bu olmalıdır diye, düşündüm ve ben yazdırdım. Hakikat de zaten budur. Bütün ömrü boyuncu Türklük için ya­şamış ve ölümü de o uğurda olmuş bir Türkün kabrine başka ne yazılabilir ki?

Millî Yol Dergisi, 7 Eylül 1962,  32. Sayı

* Söyleşi ülküdaşımız Kerem Kurt tarafından, Millî Yol dergisinden birebir alıntılanarak, hazırlanmıştır.
** Söyleşi Murat Gencoğlu (Altan Deliorman) tarafından gerçekleştirilmiştir.

Kahramanların Ölümü – Hüseyin Nihâl Atsız

Kahramanların Ölümü

(Şehit Tayyareci Kurmay Yüzbaşı Kâmi’nin büyük hâtırasına)

Gerilir zorlu bir yay
Oku fırlatmak için;
Gece gökte doğar ay
Yükselip batmak için.
Mecnun inler, kanını
Leyla’ya katmak için.
Cilve yapar sevgili
Gönül kanatmak için.
Şair neden gam çeker?
Şiir yaratmak için.
Dağda niçin bağırılır?
Feleğe çatmak için.
Açılır tatlı güller
Arılar tatmak için.
Tanrı kızlar yaratmış
Erlere satmak için.
İnsan büyür beşikte
Mezarda yatmak için.

Ve………………………
Kahramanlar can verir
Yurdu yaşatmak için…

1931

Hüseyin Nihâl Atsız

Erk Yurtsever ve Kayıp Türk Tarihi – Serkan Akgöz

Atsız’ın yayımlanan onca eserinin yanında günümüzde en çok merak edilen eseri (kayıp) Türk Tarihi’dir. Kitapta Türk Tarihini başlangıcından günümüze bir bütünlük içerisinde ele aldığı bilinmektedir.

Erk Amca’yla tanışmamızın ardından ona sorduğum ilk sorulardan birisi Türk Tarihi olmuştu. Bu kitabın son halini merak ediyordum ve onun bu kitap hakkındaki bildiklerini dinlemek istiyordum. O da kitabın tamamlandığını, Atsız’ın el yazısıyla yazdığı notların üç kişi (Bu kişiler hayattadır fakat bilgileri dışında yazdığım için adlarını vermedim.) tarafından daktilo edildiğini ve yayına hazır hâle getirildiğini söylemişti. Ancak Atsız’ın vefatından sonra bu notların kaybolduğunu kendisinin de bu kitabı çok merak ettiğini dile getirmişti.

Gel zaman git zaman sohbetlerimiz devam etti. Yanılmıyorsam Aralık 2014’de bir sahaftan Nejdet Sançar’a ait bir takım evrakları edinme şansını yaşadım. Erk Amca’ya durumu anlattım. O da şu şu renkte, divân edebiyatıyla ilgili Osmanlıca belge var mı? Nejdet Bey’in yazısı inci gibidir. Harfler ince ve küçük mü? gibi sorular sormuştu. İlk haftasonu yanıma evraklardan birkaç tane alarak ziyaretine gittim. “Evet, bunlar!” dedi. Bu evraklar, benden önce Refet Körüklü’deymiş. O’na bunları Reşide Yenge (Erk Amca, Reşide Sançar için Reşide Yenge hitabını kullanmaktaydı.) vermiş. Refet Amca evinde pek yer olmadığı için bunları Erkin Yurtsever ağabeyin dükkânının deposuna kaldırmış. Erk Amca’da içerisinde Türk Târihi’nin notları olabilir diye belgeleri incelemiş ancak notlar çıkmamıştı. Bana da bu evraklarda Türk Tarihi olabilir diye çok ümitlenmiştim ama çıkmamıştı demişti.

Bu görüşmemizin üzerinden belki bir yıl kadar sonra, bir arkadaşımdan Türk Tarihi’nin notlarının bulunduğunu, bir yayınevinin bunları bastıracağını duydum. Doğrulamak için yayınevini aradım. Ve, evet doğrudur. Ama şimdilik kimse bilmiyor, bir arkadaşımız eski yazıdan çeviriyor diyerek bir cevap vermişti. Tel’if hakkını sorduğumda, anlaşmak üzereyiz cevabını vermişti. Tabii bu durum karşısında inanılmaz duygular yaşamıştım. İlk işim Erk Amca’yı arayarak, bu mutlu haberi vermekti. “Yapma ya!” sözüyle şaşırışını hâlâ unutamıyorum. Evladım çevirecek kimse yok ben de çeviririm demişti. Erk Amca daha önce Orkun Dergisi için Atsız’ın savunmasını eski yazıdan çevirmişti. Ben de bir ekibin bunu yapmaya başladığını duyduğumu söylemiştim.

Bu olay üzerinden de hemen hemen bir buçuk sene geçti. Ancak hâlâ Türk Tarihi’nden bir ses seda yok. Sanırım yayınevi sahibinin bu sözüyle, Erk Amca ve ben büyük sevinç yaşamış ve umutlanmıştık. Erk Amca gerçekten Türkçülüğünü inançlı ve samimi şekilde ifâ eden biriydi. Erk Amca uçmağa vardı. O, seksen yaşında olmasına rağmen bu eseri en çok merak edenlerden biriydi. Yaşına rağmen çevrilme işinde görev almak istiyordu. Dileğimiz, Türk Tarihi’nin müsveddelerinin veya daktilo hâlinin bir şekilde bulunması ve kitap hâlinde neşredilmesi. İnanıyorum ki, o zaman Büyük Atsız’ın da, Erk Amca’nın da ruhu şad olacaktır. Ve hayatta olan biz Türkçülerin de bu merakı sona erecektir.

Hemen belirtmekte fayda görüyorum. Eserin, Yağmur Atsız ve Buğra Atsız’da olmadığı kendi ifadeleriyle bilinmektedir. Eseri en çok merak edenlerden birisi de Buğra Atsız’dır. Kendisi hem Tarihçi kimliğiyle, hem Türkçü kimliğiyle, hem de Atsız’ın oğlu kimliğiyle bu eseri merak ettiğini dile getirmiştir.

Yazan : Serkan Akgöz