Çeşitli Konular Üzerine Atsız’ın Fikirleri – Söyleşi

Atsız’ın Maltepe’deki mütevâzi evindeyim. İlk defâ geldiğim evi bulmak güç olmadı. Trenden inip de biraz yürüdükten sonra adresi söylediğim ilk vatandaş, beni eve kadar getirdi. Hâl hatır sorup umûmî ve günlük meseleler üzerinde biraz hoşbeşten ve kahvemi de içtikten sonra:

–   Efendim, sizi daha fazla rahatsız etmemek için, müsaade ederseniz hemen sorularıma geçmek istiyorum, dedim. Atsız Beğ;

–   Buyrun, diye cevap verdi, aklımın erdiği kadar cevap vermeye çalışayım.

Ve ilk soruyu sordum;

–   Son zamanlarda köyü konu olarak alan bir roman çeşidinin ileri sürüldüğü görülüyor. Bunda bir husûsî maksat var mıdır ve sâdece köyden bahseden bir romanla gerçek hayâtın aksettirilmesi mümkün müdür? Bu husustaki fikirlerinizi ricâ ediyorum.

Atsız Beğ, kısa bir müddet düşündü ve sonra ağır ağır şunları söyledi:

–   Roman denilen nesne hayâtın edebî bir aksi olmak iddiasındadır. Türk hayâtının her yönünü konu olarak alabilir. Hattâ yalnız köyden bahseden bir roman da yazılabilir. Fakat bunu yazacak insanın cidden edebiyatçı ve romancı olması lâzımgelir. Son zamanlarda köyü konu edinen romancılar ise edebiyatçı değil, komünist propagandacısıdır. Bunlar Türk edebiyatına orijinâl veyâ sâdece edebî değerde bir eser vermek için değil, Türk rûhunu baltalayarak Moskofçuluğa yarar bir ortam hazırlamak için köyü ele alıyorlar. Bu romanlarda fikir ve dil sefâletinden, hayâsızlıktan başka ne var? Vaktiyle XV. Yüzyıldaki Hurûfîlik zekâ ve seviye bakımından nerede idiyse, bunlar da bugün aynı hizâda bulunuyorlar. Osmanlı Devleti’ni yıkmak mâlihülyâsında olan Hurûfîler edebî kisveye bürünerek Fâtih Sultan Mehmed’in sarayına kadar girmiş, fakat sonunda idâm edilmişlerdi. Bugünkü Moskofçular da yine aynı edebî kisveye bürünerek birtakım yerlere sızmışlarsa da onların sonları da hüsrân olacaktır. Türk ırkının yapısı gibi sağlam bir yapıyı böyle birkaç düzüne kültürsüz hafifmeşrep yıkamaz. Bunlar ancak sosyâl hayatta rahatsızlık ve huzursuzluk doğurabilirler.

Bu romanların çok okunması da hiçbir mânâ ifâde etmez. Mayk Hammer daha çok okunuyor. Kültür seviyesi ve edebî zevk yükseldikçe bu türlü yazılar hiç okunmaz olacak ve sâhipleri kendiliğinden susacaktır.

Bugün bu bayağı köy romanlarının hakîki münekkitler tarafından tenkidi değil, Moskofçu mahutlar tarafından reklâmı yapılmakta ve ancak edebî kültürü olmayanlara tesir edilebilmektedir.

Fakat bâzan resmî makamların gafletleri de göze çarpmaktadır. Meselâ Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan Tebliğler Dergisi’nin 10 Nisan 1961 târihli 1148. Sayısında ‘’Sait Faik’in Hayâtı’’ adlı eser Millî Eğitim Müsteşarı N. Âdil Erkman tarafından okullara tavsiye edilmektedir ki büyük hatâdır. Said Faik gibi temâyülleri mâlûm ve hiçbir edebî şahsiyeti olmayan bir yazarın hayâtını orta öğretimdeki çocuklar niçin öğrensin? Mâlûm olduğu üzere bizim orta öğretimdeki gençlerimiz henüz millî takım kadrosunu bellemekle meşgul oldukları için, daha klâsik şâirlerimize bile sıra gelmeden Said Faik’e atlamak merci aşmak olur ki hiyerarşiye aykırıdır. Herhâlde müsteşar zamâna ve edebiyat târihine ehemmiyet vermediği için Said Faik’i Fuzûlî falan ayarında eski bir şahsiyet sanmış olacaktır.

Sözün kısası bugünkü köy konulu romanlar Kremlin’in Türkiye’de çıkan plâklarıdır.

–   Birtakım yazarlar, Milliyetçiliği artık zamânı geçmiş bir fikir olarak göstermeye çalışıyorlar. Bu hususta bilhassa gençliğe ışık tutacak düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

Atsız, biraz önce kütüphanesinin bir gözünden çektiği Tebliğler Dergisi’ni yerine koyduktan sonra, ağır ağır konuştu:

–   Milliyetçiliğin zamânı geçmez. Dünyâda milletler ve diller kaldıkça milliyetçilik de kalacaktır. Yeryüzündeki memleketlerin hepsinde az veyâ çok bir milliyetçilik hüküm sürmektedir. Milliyetçiliklerinin adı olmayan İngilizler’de koyu milliyetçilik olduğu gibi, Hindistan’da, Arap’larda, İsrâil’de hattâ milliyeti reddeden komünist ülkülerde de milliyetçilik vardır.

Milliyetçiliğin zamnânının geçmiş olduğu hakkındaki iddialar, Moskofçuların propagandasıdır. Onların bilinen taktiklerinden biridir. Bir de içimizdeki Devşirme artıkları kendilerini asıl milliyetlerinden vazgeçirmiş olan Türklüğe karşı duydukları hıncı, milliyetçiliği reddederek almak sevdâsındadırlar. Esefle söylemek lâzımdır ki milliyetçiliği en sathî olan memleket biziz. Hâlbuki Türk milliyetçiliği milâttan önceki zamandan, Mete Yabgu’nun çağından başlamaktadır. Her zaman kendini göstermiş ve parlak şahsiyetler yetiştirmiş bulunan Türk milliyetçiliğinin târihi bir yazılsa göz kamaştırırdı. Bilmedikleri şeyleri yok sanmak, insan tabiatı icâbı olduğu için eski Türk milliyetçiliğini inkâr etmek bunu geçen asrın modası, hattâ Avrupalıların bize telkin ettiği bir ülkü sanmak yanlıştır. Burada açıklaması imkânı olmayan sebepler dolayısiyle bizde milliyetçiliğin yerini mahâllicilik, particilik ve tarikatçılık almıştır.

Sıra sorularımın en aktüel bir diğerinde idi:

–   Efendim, sizi yordum ama, yine çok mühim bir soru soracağım. Cevaplarınızın bütün milliyetçi gençlere yön vereceğine inanarak… Türk dilinin sadeleştirilmesinin sınırı ve prensipleri ne olmalıdır?

–   Türk dilinin sâdeleştirilmesinde şu prensipler hâkim olmalıdır;

a) Terimlerde Türk kök ve ekleriyle kelime türetmek

b) Yazı dilinde Türkçe kelimeleri tercih etmek

c) Türkçe olmayıp da kullanmaya mecbur olduğumuz kelimelerden Türk fonetiğine uygun olanları seçmek

ç) Lüzum yokken yabancı kelime kullanmaktan şiddetle kaçınmak

d) Kelime türetir veyâ tercih ederken Türk dili zevkini kollamak.

–   Bu hususları biraz ve lütfen açar mısınız?

–   Terimler yalnız derslerde ve ihtisas sâhipleri arasında kullanılacağı için bunların kabulünde güçlük yoktur. Nitekim bugünkü öğrenciler matematik, hendese, biyoloji terimlerinin çoğunu Türkçe olarak kullanmaya alışmışlar ve çevrelerini de alıştırmışlardır. Artık bizim neslimiz de, ‘zarp’, ‘taksim’, ‘yekûn’ yerine ‘çarpma’, ‘bölme’ ve ‘toplam’ kelimelerine ısınmıştır. Yalnız, vaktiyle bu terimler alınırken lüzumsuz yanlışlar yapılmış, meselâ ‘zaviye’ ve ‘müselles’ yerine ‘açı’ ve ‘üçken’ diye güzel Türkçe karşılıklar bulunduğu hâlde ‘murabbâ’ yerine Fransızca’dan ‘kare’ alınmıştır. Kare kelimesinin ilk hecesi kalın, ikincisi ince olduğu için dilimizin ses uyumu  kânununa aykırı düşmektedir. Bundan başka bunun Türkçe karşılığı Türkistan Türklerinde ‘törtkül’ olarak kullanılmaktadır. Bu kelimenin Batı Türklerindeki şekli ‘dördül’dür. Terim koymak için gerçek dilcilerden meydana gelmiş bir terim kurulu olsaydı da bunlar kelime türetselerdi, dilimiz daha zengin ve daha millî olurdu. Aynı dert bugün de vardır:

Bilim ve teknik bakımından her gün birçok terimler icad olunmakta ve bunlar ister istemez halk diline girmektedir. Bu kelimeler Türkçeleşmeden girdiği için dilin yapısı bozulmakta ve aydınlar bu kelimeleri asrî şekilleriyle söylemeyi kültür sâhibi olmanın icâbı saymaktadırlar. Bir terim kurulu gayet uyanık ve şuurlu olmak, bu yeni terimlerin Türkçe karşılığını bulup kabul ettirirse birkaç yüzyıl sonraki yeni bir dil buhrânının önüne geçmiş olur.

–   Peki efendim, Türk dili alanında otorite sayılmayan kimselerin birtakım kelimeler uydurarak dilimize mâl etmeye çalışmalarına ne diyorsunuz? Meselâ bir vakitler Nurullah Ataç böyle kelimeler uydurur ve kendisini üstat tanıyanların gayretiyle bu kelimeler dergi ve gazetelerle yayılmaya çalışılırdı.

–   Efendim. Nurullah Ataç ciddî ve Türklüğe inanmış bir adam değildi ki Türkçeci olsun. Yalnız Fransız kültürüyle beslenmiş, kendisinin bir batılıdan biraz aşağı, fakat bir doğuludan biraz üstün olduğunu ilân etmekle aşağılık duygusu içinde bulunduğunu açıklamış, orijinâl gözükmek için hiçbir tuhaflıktan çekinmemiş bir insandı. Türk dili alanında otorite olmak şöyle dursun, söz söylemek yetkisi bile olmayan bir yazar olduğu için fikirlerinin, iddialarının hiçbir değeri yoktur. Nitekim yazıları o devrin fikir sefâletini gösteren örnekler olarak dergi yapraklarında kalmıştır.

Onun bu uydurma Türkçeciliğini, fikir arkadaşlarını dikkate alarak, şüphe ile karşılamak da kâbildir. Meselâ “kelime” karşılığı olarak “tilcik” (yani bizim lehçemizle“dilcik”) diye bir söz kullanılırdı. Bunun asıl anlamı kadınlık uzvunun bir parçasıdır. Bu kadar gülünç bir üstâdın ardından gidenlere gelince: Ne diyelim? İnsan hakları beyannamesine göre fikirler muhteremmiş…

Atsız Beğ’i hayli yormuştum. Artık müsaade istemek zamânı gelmişti. Fakat son bir soru daha sormaktan kendimi alamadım:

–   Efendim, yayın organlarında çoktandır imzânız görünmüyor. Milliyetçi gençlik bunu kendileri için büyük eksiklik sayıyor. Niçin yazmıyorsunuz?

Atsız Beğ hafifçe gülümsedi:

–   Bunun sebebi Evliyâ Çelebi’ye hayrülhalef oluşumdur.

Dedi. Atsız Beğ’e hak vermemek mümkün değildi. Çünkü her gün beş saati Maltepe’den İstanbul’a gidip gelmekle geçiyordu. Yâni kelimenin tam mânâsiyle yolların tükettiği bir adamdı. Hem de yollar onu yıllardan beri, bir kütüphânede sıradan herhangi bir adamın yapabileceği basit bir işi yapmak karşılığı tüketiyordu. Millî Eğitim Bakanlığı’nın büyük (!) mevkili, büyük (!) kişileri bundan dolayı ne kadar övünseler hakları olurdu.

Orkun Dergisi, Mart 1962,  2. Sayı

* Söyleşi ülküdaşımız Yalçın Karaaslan tarafından, Orkun dergisinden birebir alıntılanarak, hazırlanmıştır.
** Söyleşiyi yapan kişinin adı maalesef dergide yer almamaktadır.